top of page

Ahmet Keskinkılıç

Kelimelerin Gücü

Adsız tasarım (10).png
Adsız tasarım (10).png

Dışarıda fırtınaya eşlik eden sağanak yağmur, ahşaptan, derme çatma yapılmış iki katlı hanın duvarlarını suluyor, rüzgar zaten emanet duran pencere camlarını bir düşman gibi dövüyordu. Hanın içi duvarlara çivilenmiş gaz lambaları ve payanda direklerine oturtulmuş irice mumlarla aydınlanıyordu. Dışarda kopan hengameye aldırışsız 8-10 kişi, gayri nizami konumlanmış masalarda ikili üçlü gruplar halinde oturuyor, sohbet ediyorlardı. Hancı ayakta bazen dikiliyor bazen masalara yanaşıp bir istekleri olup olmadığını soruyor, boşalan tabak, çanak ve bardakları topluyor, yaşından beklenmeyen bir süratle de yenilerini yüklenip tekrar masalara dağıtıyordu. Han eşrafının iyiden iyiye koyulaşmış sohbetini, kapının telaşla açılması bozdu. İçeriye 16-17 yaşlarında, iri kıyım, gürbüz bir oğlancık dalıverdi. Nefesi düzensiz, soluk soluğaydı, yağmur teriyle karışmış, eskice kıyafetlerini iyice bakımsız göstermişti. Kapıyı kapatıp dizlerinin üzerine bir buğday çuvalı gibi yığıldı. Fesini yanına düşürdü. Hancı koşar adım su yetiştirdi oğlancığa. Yığıldığı yerde tek kelime etmeden su tasını ağzından içeri boca etti. Minnet dolu, yorgun gözlerle hancıya baktı. “Sağ olasın emmi.” diyebildi soluğu öbür soluğunun peşinde. Sonra doğruldu. Gözleriyle hanın içini taradı. Ne aradığını da bilemez gibi bir edayla hancıya döndü.

“Hancı emmi, ben Maksut Efendi’yi ararun. Burda didiledi. Acele idersen yetişiğsin didiledi. Gurban olam hancı emmi, getmedi di, burda di, hı?”

Hancı ağlamaklı gözlerle kendine bakan genç irisi oğlanı bir süre süzdü, sonra tövbe estağfirullah manasında cıkcıklayarak başını iki yana salladı.

“Te bak orda, oturur, ziftlenir.” Eliyle hanın sol köşesinde tek başına oturmuş camdan dışarıyı izleyen, siyah cübbesi, yine siyah sarığıyla hanın içinde bir gölge gibi görünen yalnız adamı gösterdi.  Oğlan parmağın gösterdiği doğrultuya bir ok gibi fırladı. Soluğu adamın yanında alıp hedefine saplanmış gibi ayakta, saygıyla dikildi.

“Beyim ben Kara İsalu’dan gelirün. Adım Öme. Aksak Öme dirler. Sözüm meclisten dışaru bir ayağum eccük kısadur öbürkünden.”

Maksut Efendi, bir süre hiç kımıldamadı. Camdan dışardaki tufanın seyrine bir müddet daha devam etti. Aksak Ömer sözlerine karşılık alamayınca devam etti.

“Ta bura kadar sizi almaya gönderdi ahali bencağzı. Salim Ağa var bizim orda, sizi iyi bilürmüş, didi ki meydana herkesleri toplayıp bu derdi didi hali yoluna koysa koysa Maksut Efendi dirler bir zat vardur, o koyar didi. O çözüverir bizim olmaz olan işimizi.”

Maksut Efendi ilk kez dönüp Aksak oğlancığın yüzüne bakma tenezzülünü gösterdi. Çember sakalları yer yer aklaşmış, bıyığına kavuşmuş, yüzünde çizgileri hafifçek belli, uzun yüzlü bir adamdı. Gözleriyle karşısındaki boş tabureyi gösterdi. Aksak Ömer emir telakki ederek hemen çöküverdi. Maksut Efendi elini cübbesinin içine daldırıp ağır hareketlerle bir tütün kesesi çıkardı. Ağır ağır sarmaya başladı. Tütününden ilk nefesi içmeden evvel önündeki bodur masada duran şarap maşrapasından büyük bir yudum aldı. Masadaki mumla da tütünün ateşledi. Ömer oğlan hayranlıkla onu izliyordu.

“De bakalım, neymiş köyünüzün derdi?”
“Sorma Maksut Efendi, bundan iki kış evvelsiydi. Deli Hatçe’nin İsmail, koruluğun te orda canını ezraile kendi elleriyle vermiş olmasın mı? Tabii biz şaşkun, gencecik sapasağlam oğlan, nasıl olur? Olmaz değil ya, üstünde bek durmadıydık. Emme aradan 10 gün geçti geçmedi, bu sefer İbram Ağa’nın Muzaffer, aynı yer demesem de hemencik yakını işte, oğda düşüp kalıvermesin mi? Oydu buydu derken köyceğizimizden tastamam 6 delikanlı telef oldu, öldi gitti.”

Tütünü yarılamıştı Maksut Efendi. Ara ara oğlana ara ara da dışarıya bakarak, gözleri kısık, hayretsiz bir şekilde hikayesini dinliyordu.

“Siz de dediniz ki Maksut Efendi gelsin bu ölümleri durdursun, sebebini söylesin bize?”

“Yok beyim, biz sebebini öğrendik.”

Maksut Efendi ilk kez şaşkınlık belirtisi gösterdi. Hafifçe doğruldu. Neymiş peki dercesine gözlerini oğlanın yüzüne dikti.

“Daş.”

“Taş mı?”

“He ya, daş. Bööyle büyükçene iki adam boyu gelir. Bir etrafı araştırdık tabii ölümlerden sonra. Kurt kaptı desen değil, yara yok, düşme desen değil, ezik çizik yok, afedersin ana doğması ettik tüm cesetleri. Bir iz, bir emare aradık lakin yok idü. Süt beyaz, lekesiz bedenler, tövbe bismillah. İşte öyle olunca biz çevreyi aradık hepbir. A bu dediğim daşı, daş dediysem işte kayadur, ben buldum. Üstünde yazular var.”

“Kaya nasıl öldürmüş gençleri Aksak? Senin beyin de aksak herhalde?”

“Bir yol dinle hele Maksut Efendi. Ben kayayı buluncu, hemen Salih Ağama koştum. Önce beni mühimsemedi. Get lan deli dümbük didi. Amma aradan biraz zaman geçip başka bir işaret çıkmayınca mecbur dediğime sarıldı. Takıldı peşime üç beş gençle beraber. Getüdüm, gösterivirdüm kayayı. Gençlerden biri kayanın üzerine oyulmuş yazıları eliyle yoklayı yoklayı okumağa koyuldu. Okuması bitince de tak didi, düşüvirdi. Öldi.”

“Öldü?” Maksut Efendi iyiden iyiye şaşkınlığını belli eder bir şekilde Ömer oğlana bakıyordu. “Nasıl öldü?”

“Valla ağam, bildiğün öldi, düşti, kaldi yerde. Kalkmadı geri. Salih ağam toz beyazı olmuş başına durdui kolunu dutti, dedi ölmiş.”

“Yani böyle durduk yere düştü, hiçbir şeyi yokken, siz de gördünüz?”

“He vallah gördik.”

Maksut Efendi bir süre durdu. Elindeki şarap maşrapasının içine baktı uzun uzun. Neden sonra Ömer’i hatırlamış gibi kafasını kaldırdı.

“Peki” dedi “sen? Sen yazılı kayayı bulmuşsun, okumadın mı sana bir şey olmamış?”

“Maksut Efendi Ağam, benim okumam yazmam yoktur.”

 

***

 

Normal şartlarda Maksut Efendi sabahı bekler, yağmur çekilip, fırtına dinince yola çıkardı ancak Aksak Ömer’in anlattığı hikaye o kadar ilgisini çekmişti ki Ömer oğlan biraz soluklanınca hadi demişti, kalk yetişelim. Kara İsalu bulundukları handan 8-9 saat çekiyordu. Ancak doğru patikaları ezber etmiş biri, güdük koruluklar ve sonrasında sık karaçam ormanlarından geçerek 5 saatte düze çıkardı. Maksut Efendi yolu tastamam 5 saatte bitirdiğinde civarı avucunun içi gibi bildiğini sanan Ömer oğlan şaşkınlıktan dilini yutacaktı. Nasıl olur Maksut Efendi deyip durmaktan kendini alamıyordu.

“Uzatma işte Aksak, sen bir bilirsin ben beş. Zaten bunun için göndermediler mi seni bana? Dünya bunun üzerine döner işte. Birileri maksut, birileri aksak.”

Salih Ağa onları köy kahvesinde karşıladı. Hikaye bir kez de Maksut Efendi’nin gelişi heyecanıyla kahveye toplanmış tüm köy halkının dilden dile anlatmasıyla tekrar edildi. Maksut Efendi uzatmaya gerek yok gidelim görelim şu kayayı, deyince hep beraber kalkıldı. Önde ileri gelenler ve Maksut Efendi, arkada 100-200 kişilik köy kalabalığı yola revan olundu.

İki dağın kağıt parçası gibi birbirinden yırtılıp bir küçük vadi oluşturduğu yamaca geldiler. Aksaklığını pek de göstermeyen Ömer cambaz hareketlerle patikadan aşağı patır patır inivermişti. Gelin minvalinde el işaretleriyle arkasına sesleniyordu. Salih Ağa “sanki bilmiyok kayanun nirde olduğunu” diyerek keh keh güldü.

Köylünün yazılı kaya dediği devasa sütunun önüne geldiklerinde Maksut Efendi biraz şanından biraz da ilk kez görmüş gibi yapmamak istediği için vakur görünmeye çalıştı ancak yekpare kesilmiş, nizami dikdörtgen sütun bütün ihtişamıyla duruyordu karşısında. Ön yüzünde latin harfleriyle şiir benzeri bir dörtlük kazınmıştı.

“Hincü işte buncağzu bulduk. Bunun üstündekini okuduğun vakıt Maksut Efendi, amel defterin kapanivereyor.”

“Ben okudum ama bir şey olmadı Salih Ağa?” dedi Maksut.

“Öyle değil canım, eğleniyon mu bizlen Maksut Efendi, sesinen okuman lazım. Bak şinci, Hurşit!”. Eliyle kalabalığın arasından bir adamı çağırdı. Hurşit koşa koşa geldi. “Oku bak görsün Maksut Efendi.”

Hurşit sütunun önüne geçip şiiri ağır aksak, sesli bir biçimde okudu. Son harf gırtlağından çıkar çıkmaz ağaçtan düşen bir elma gibi yere düşüverdi.

“Bak gördün mü?” dedi Salih Ağa.

Maksut Efendi bir yerde yatan ölüye bir Salih Ağa’ya baktı. “Yani olayı biliyorum zaten Salih Ağa, gerek var mıydı buna?”

“Canım işte, tetkik et diye, bak taze ölü. Ne ses çıktı, ne kıvılcım, çaat diye bok çuvalı gibi düşüp öldi, nasıl olur bu Maksut Efendi?”

Maksut Efendi ölünün üzerine eğildi. Nabzını dinledi. Atmıyordu. Yüzünde bir tuhaflık yoktu. Kasılma, gerilme, yara girişi, çıkışı… hiçbir iz. Aksine yüzünde tuhaf denebilecek bir huzur vardı.

“Eeee…” dedi Salih Ağa “Sen ki koskaca Seyyah-ı Rum, Gaibin Bilücüsü, Alim-i Ender Maksut Efendi. Bizzat ben görmüşüm Niğde kazasında Çarşamba karısı musallat olmuş teze gelinü nasıl iyi ettiğünü, karakoncolosu nasıl def idüp köylüyü rahata erdirdüğünü…Di bakalım, biz bu musibetten nasıl kurtulacağuk?”

Maksut Efendi sakalını sıvazladı. Bir süre ölüye bir süre de sütuna baktı. Gitti sütuna dokundu. Dağa gömülü olduğu için etrafını dolaşamadı ama iyice inceledi. Ahali merakla onu izliyordu. Nehrin kenarına indi, yere çömelip toprağı inceledi. Avuçladığı bir avuç toprağı önce derin derin kokladı sonra dilledi. Kayalara dokundu. Sonra bir şey bulmuş gibi kalabalığın yanına gelip, yüzlerine baktı. Hepsi merakla ondan bir umut, bir çare bekliyordu.  Dedi ki,

“Okumayın!”

“Nasıl yanü?” dedi Salih Ağa.

“Okumayıverin. Zaten kaçınız okuma yazma biliyor? Bilenler de okumuş, ölmüş zaten. Bakın bu daha önce karşılaştığım hiçbir şeye benzemiyor. Ben ki tüm Rum diyarını, Anadolu’yu karış karış gezmiş, yalamış yutmuşum. Salih Ağa’nın demin anlattığı vakalar birebir yaşanmış, çözümü olan musibetlerdi. Karakoncolosun bir devası vardır, alkarısını def etmenin bir yöntemi vardır… Ama bu… bu öyle değil. Bu başka bir şey. Şimdi herkes bulabildiği sivri bir taş parçasını alsın, yazıları bozun, okunmaz hale getirin. Sonra da bu kayanın üstünü toprakla kapatın. Ancak böyle kurtulursunuz.”

Dediği gibi yaptılar. Yazıları bozdular. Sonra da toprakla, çakılla koca sütunu küçük bir tepe haline gelene kadar kapattılar. Maksut Efendi’ye de parasını verdiler, teşekkür ettiler. Maksut Efendi köyden çıkarken son kez arkasına dönüp baktı. Aksak Ömer peşinden geliyordu.

“Hayırdır Aksak Oğlan?”

“Maksut Efendi beni de al yanına, çırağın olan ni var, hı, olmaz mı?”

“Ne çırağı be Aksak? Usta mıyım da çırak olasın ben gezerim sadece!”

“Eyi ya işte ben de seninlen gezem, çarığını boyarım, tencereni gaynatırım, söküğünü dikerüm, elümden her iş gelür benim.”

Maksut Efendi çok fazla insan tanımıştı. Bu oğlana ne derse desin peşinden ayrılmayacağını da anlamıştı. Gel de demedi, git de demedi, döndü yürüdü. Aksak da peşinden yürüdü.

©2023, Gargoyle Dergi

bottom of page