top of page

Taha Yusuf Gül

Büyük Dergah Yangını

Adsız tasarım (8).png
image.png

Şeyh Nazım Efendi “Malumatfuruş olan kimseye bir zerre ilim malum edilmemiştir. Bu kimse ki yalnızca zatını kandırmaktadır.” demişti postunu bana bırakmadan evvel. O gece uyuduğumda rüyamda bir yavru ceylanı koşarken görmüştüm. Onun peşi sıra koşuyordum. Ceylan devasa bir çınar ağacının önünde durmuştu. Çınarın altında bir koyun duruyordu. Ceylanı okşadıktan sonra koyunun yanına gittim. Onun memelerinden oluk oluk süt akıyor ve hiç bitmiyordu. Ağzımı onun memesine dayamış, bol bol süt içmiştim.

Uykumdan uyandığım vakit zemheri bir karanlık vardı. Teheccüdü kılmak için ayağa kalktım. Gaz lambasını yaktım ve odamdan çıktım. Ağlama seslerini duydum, hızlı adımlarla dışarı çıktım. Müritlerin çoğu sıraya dizilmişti. Hepsinin gözlerinden yaşlar akıyordu. Şeyhin eniştesi ve aynı zamanda müridi olan Molla Efendi’ye “Ne oldu efendim?” diye sordum. O da “Şeyh Efendi sizlere ömür.” dedi. Gözlerimden gelen yaşların her biri şeyhimin mübarek yüzünü bir daha göremeyeceğim için damlıyordu. Molla efendi yanıma sükunetle yaklaşarak “Şeyh Efendi senin posta geçmeni söylemiş hanımına.” dedi. Hayret etmiştim. Çünkü bu dergâhta ehl-i ilim birçok zevat vardı. Üstelik ben bu dergâhın en genç simalarından biriydim. Şeyh olmak için yaşının kırkı geçmiş olması lazım gelirdi.  Kitap okumaktan, ecnebi diyarlara gidip farklı insanların suretini görmeyi arzulamaktan başka bir şey bilmezdim. İtalyanca bir lügat bile kaleme almıştım. Beni bundan Çelebi İsmail diye çağırmazlar mıydı? Şeyh olacak ne istidada ne de ilme sahiptim. Tereddütlü halimi gören Molla Efendi “Onun sözü bir emirdir.” dedi bana şüpheyle bakarak. Onun kalbinde benim şeyhliğime dair bir şüphenin tezahür olduğu belliydi. Şeyh Efendi’m bir kere beni layık görmüştü posta. Elbet bir bildiği vardı.

 Anladım ki bir yerde iktidar varsa onun mutlak bir heveslisi de vardı. Yemeğimi yemeden evvel dergâhın kedileriyle paylaşır, azını kendim yerdim. Bir gün bahçede Batın'ı tek başına gördüm. Bu kedi bembeyazdı. Aralarında en sevdiğim oydu. Onunla yemeğimi paylaştım. Aradan birkaç saniye geçince yığıldığını gördüm. Ona dokunduğumda öldüğünü anladım. Meğer yemeğime zehir katmışlardı. Aşçıbaşından şüphelendiysem de bu vaziyeti kimseye haber etmedim. O gece aşçıbaşı Kasım Efendi sürekli halimi hatırımı soruyor, posta benim layık olduğumu söylüyordu. Ne hikmetse! Şeyhin kızı Banu Hatunla aşkı memnu yaşadığım bile söylendi. Bunlardan öylesine sıkılmıştım ki Molla Efendi’ye “Efendim siz bu dergahın hem en ilim sahibi hem de sözüne en kıymet verilenisiniz. Posta layık olan sizsiniz.” dedim. Molla Efendi hiddetlendi.

 “Şeyh Efendi’nin vasiyetini mi çiğneyeceksin İsmail!” dedi “Ne söylenmişse yapmak bizim boynumuzun borcudur. Yarın Efendi’mizin yedisi okunduktan sonra posta oturacaksın. Biliriz senin masum olduğunu iftiralara aldanma ve sakın endişeye düşme.”  Şeyh Efendi’nin yokluğunda görevi o yürütüyordu. Yarın ise sıra bendeydi. Korkuyordum. Boynumu büküp odasından çıktım.

Ertesi gün Şeyh Efendi’mizin yedisi okunduktan sonra Molla Efendi “Efendi’miz ismi meçhul müzmin bir hastalığa yakalanmıştı. Sizin de malumunuz ki biteviye öksürüyordu. Halvete çekilmiş zikrederken vefat eylemiş kendisi. Kendilerinin zikri uzun vakitler sürerdi. Hanımı yani bacım Fatma bunu bildiği için odasına girmemiş. Lakin aradan epey zaman geçince kapısını açmış ve Şeyh Efendi’nin dizleri üzerinde boynu bükük hareketsiz durduğunu görmüştü. Allah hepimize böyle bir ölüm nasip eylesin!” dedi müritlere. Müritler “Amin.” dedi. Kimisi de sessizce ağladı. “O latif bir zat idi. Konuşurken, vaaz ederken hilm ile söylerdi. Lakin onun ricası bizim için bir emirdir. Öyle değil mi efendiler?” diye bir sual yöneltti. Müritlerin hepsi bir ağızdan “Öyledir.” dedi. Molla Efendi “O vakit onun vasiyeti de bir emir midir?” dedi. Durakladı. Müritlerinin gözlerine baktı. “Öyledir.” dedi yeniden müritler. “Öyleyse bundan böyle mürşidiniz Çelebi namıyla bilinen İsmail’dir.”

Müritler gözlerini kaçırdılar Molla’dan. Molla Efendi beni posta çağırdı. Üzerimde siyah cübbe, başımda yuvarlak bir takkeyle posta doğru adım attım. Beyaz posta baktığımda rüyamda gördüğüm koyun hatırıma geldi. Posta oturdum. Nazarlar sükunetle bana yönelmişti. Bir el hareketiyle hepsinin oturmasını istedim. Dizlerimin üstünde oturdum. Elime bir tespih aldım. Allah adını 33 kere zikredip vaaza başlayacaktım. O sırada muhayyilemde bir yavru ceylan belirdi. Bu, rüyamda gördüğüm ceylandı. Peşinden koştum. Yine çınarın önüne getirdi beni. Koyun kaybolmuştu fakat çınarın altında şimdi sütten bir nehir oluşmuştu. Avucumu sütle doldurarak kana kana içtim. Daha sonra ecnebi diyarların tahayyülüne bıraktım kendimi. İtalya’yı düşledim. Tebdil-i mekan etmek lazımdı. Bunları düşündüğüm vakit tarih 26 Cemaziyelevvel 894'ügösteriyordu.

(*27 Nisan 1489)

 

****

6 Zilkade 895* tarihinde Molla Efendi’nin kızı Hümeyra Hanım ile evlendim. Bir gün Molla Efendi bana “Şeyhim, kızım Hümeyra’yı sizle baş göz etmek isteriz. Eğer siz de uygun görürseniz.” dedi. Molla Efendi’nin kızının methi dilden dile dolaşır, hanımlar başkalarına bakmadan oğullarına önce Hümeyra’yı zevce olarak ister, kızı olan kadınlar Hümeyra’nın yüzünden kızlarının evde kalmasından korkar, kız ise kendisine gelen talipleri razı gelmediği için gerisin geri yollardı. Molla Efendi bu teklif ile bana geldiğinde yüzüm kızardı. Hayâ ettiğimden gözlerimi yere devirdim. Elbette ki Molla aramızdaki dostluktan ve ona duyduğum hürmetten böyle söylüyordu. “Efendim, yarından tezi yok nikahlanırsınız.”

“Hümeyra Hanım bu vaziyete nasıl bakar?” diye sordum gözlerim yere devrik. “Onunla da konuştuk efendim. O da uygun görüyor.” dedi. Güzelliği dilden dile dolaşan, her gelen talibi reddeden Hümeyra beni kabul etmişti demek. Genç bir şeyhtim neticede kabul etmesi tabiidir diye düşündüm. O an gurura kapıldığımı fark ettim. Bir şeyh her şeyden evvel gururunu ayaklar altına almalı, onu çiğnemeliydi. Bu yüzden o geceyi Allah’a tövbe ederek geçirdim.

Ertesi gün Molla Efendi nikahımızı kıymıştı. Berk-i hüsn Hümeyra da zuhur etmişti. Yemyeşil gözlerinden çıkan har gönlümde bir ateşe dönüşmüştü. Bu ateşin adı ise aşktı. Senelerdir şairlerimiz varlığı meçhul bir sevgiliye şiir yazmışlardı. Aşkın ayrılıkla olacağını, aşığın vuslata eremeyeceğini söylemişlerdi. Ben ise aşkı vuslatta bulmuştum.

(*21 Eylül 1490)

 

****

Hümeyra bir şifacıydı. Kapısının önünde upuzun kuyruklar oluşur, hasta olan her  kişiye derman olmaya çalışırdı. Bunu ise birtakım nebatatı harmanlayarak yapardı. Sanki tabiatın lisanını biliyordu. Evinde ismini bilmediğim birçok nebat vardı. Onun ilmi beni ona hayran bırakıyordu. Bunu nereden öğrendiğini sorduğumda “Kendi başıma öğrendim.” dedi. Bu ona Allah tarafından verilmiş kıymetli bir kabiliyetti. Bir gün “Şeyh Efendi’ye derman olamadım. Her nevi nebatı denedim, bildiğim her şeyi yaptım ama çare olamadım.” dedi ağlayarak. “Üzülme Hümeyra’m.” dedim “Onun şifası da ölümdü belki.” Bu sözümde sükûnet buldu ve başını göğsüme yasladı.

  Şeyh Nazım Efendi’nin vasiyeti üzerine posta oturmuştum lakin cemaatle yapılan zikirler nasıl yönetilir, vaaz nasıl verilir bilmediğimden dergâhta bütün düzen bozulmuştu. Müritlerin gözünde kıymetim kalmamıştı. Postun heveslisi olmadığım için bu vaziyet beni kederlendirmiyordu. Dergâha ibadet için gelenler de aşhane olarak görüp gelenler de azalmıştı. Aşçıbaşını beni zehirleme arzusu sebebiyle kovmuştum. Yerine gelen aşçıbaşı ise yemek konusunda hünerli değildi. Vaktinde bir tekkede kazancı olarak görev yapmıştı. Dergâhın bu hâli tüm müritleri endişelendiriyordu. “Şeyh Efendi neden bunu posta layık görmüş ki?” gibi gıybetler yapılıyordu. Bir gün vaazda kendime hâkim olamayıp İtalyanca hakkında birkaç kelam edince Molla Efendi yanıma geldi ve “Efendim” dedi “Sizin ilminize saygımız büyük lakin insanlar vaaz dinlemek isterler.” Bunun üzerine düşünmek için elimi sakalıma attım ama sakalım bile yoktu. Sakalı olmayan şeyh olur muydu? “Molla” dedim “Sen hem Şeyh Efendi’nin eniştesiydin hem de onun en kıymet verdiği müritlerinden biri.”

“Estağfurullah.”

“Bundan böyle zikirlerde imamlığı sen yap.” dedim.

Molla ise sanki bunu söylememi bekliyormuş gibi “Tabii efendim lakin siz de vaaz konusunda dikkatli olun. Yazdığınız lügati cemaat anlamayabilir." dedi. Başımı tasdik ettiğimi ima edercesine salladım.

Hümeyra “Bütün nebatatı buraya taşımak zaman kaybı.” diyerek baba evinde işine devam etmişti. Hem dert sahipleri orayı daha iyi bilirdi. Bana bunu söylediğinde kabul etmiştim fakat birden aklıma bir fikir geldi. Molla’nın odasına gittim. Kapıyı tıklattım. “Buyur.” diye bir ses yükseldi. Molla Efendi beni görünce ayağa kalktı. Hürmet gösterdi. “Efendim” dedim “malumunuz ki dergâha gelen kişi sayısı epey bir azaldı. Kıymetli zevcem Hümeyra Hatun’un  nebatatını buraya taşımalıyız. İnsanlara artık dergâhta derman bulabileceklerini anlatmalıyız. Böylelikle dergâh eski günlerin tevdi edebilir.” Molla’nın gözleri bu fikrim karşısında hayranlıkla açıldı. Tasdik etti ve hemen dergâhtaki müritlerle istişare ederek bu yeri eski haline dönüştürmeye çabaladı. Hümeyra işini dergâha taşıdı lakin işler ümit ettiğimiz gibi ilerlemedi. Şifa için gelen olmadı. Hümeyra’nın işini de mahvetmiştim. Halk dergâha değil bana kızgındı. Postu teslim etmem bekleniyordu. Hatta halkın içinde benim dinle istihza ettiğimi düşünen bir grup peyda olmuştu. Benim öldürülmem gerektiğini, kâfir olduğumu söylüyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi bizim sapık bir tarikat olduğumuz gıybetini yayan başka bir güruh ortaya çıkmış. Dergâhı ateşe vermeyi düşünüyorlarmış. Olanlardan haberimizin olmamasının sebebi halkla olan irtibatımızı koparmamızmış. Bütün bunları dergâhımızın eski misafirlerinden olan Agah Efendi’den öğrendik. “Şeyh Nazım Efendi’den beri halkın içine karışıp bir lahza olsun dertlerini dinlemediniz.” dedi.

O gece uyuyamadım. Kıymetli zevceme dönüp “Uzun bir vakittir senden sakladığım bir sırrım var.” dedim. Hümeyra merakla bana baktı.

“Nedir o?”

“Resim sanatını öğrenmek istiyorum. Bunun için İtalya’ya gitmek istiyorum.” Hümeyra buna hayret etti. Hiçbir şey söyleyemedi. Senelerdir içimde sakladığım sırrı artık birine ifşa etmiştim. “Sultan Mehmet Han da kendi resmini yaptırdı. Bu eğer caiz değildiyse neden rahmetli padişahımız böyle bir günah işlesin ki?”  Hümeyra sırtını bana dönmüştü çoktan. Gözleri açıktı, biliyordum.

“Ben İtalya’ya gideceğim.”

Hümeyra arkasını döndü. Suratıma âteşin bir nazar ile baktı. “Baban artık beni bu dergâhta koymaz. Benim yüzümden dergâha gelinmediğini hatta burayı ateşe vermeyi düşünen bir güruhun olduğunu öğrendi bugün.” dedim. “Babam Şeyh Nazım Efendi’nin vasiyetine riayet eder!” dedi endişeyle. “Şeyh Efendi vefat eyledi. Yanlış bir karar verdi. Posta geçmeyi hak eden de babandı. Bunu idrak edeli çok olmuştur.” dedim. Ağlamaya başladı.

“Ben hiçbir zaman hak etmedim bu postu.”

Yatağıma uzandım ve gözlerimi kapadım. Rüyamda yine o yavru ceylan vardı. Koşuyordu. Ben de onun peşinden… Yine çınarın önüne geldi. Çınar alev almıştı. Süt dolu nehir ise kurumuştu. Ceylan yine koştu. Onun peşinden hızla gittim. Bir yerde durdu. Çimenlere uzanmış yatan üç adam gördüm. Bu adamların üst tarafında kırmızı elbise giymiş biri vardı. Kanatlı bir mahluk onun elinden tutuyordu. Ceylanın bana baktığını gördüm ve uyandım.  Tarih 20 Şevval 896* idi.

(*26 Ağustos1491)

 

****

“Efendim, dergâhtan gitmenizin vakti artık geldi. Burası sizin de eviniz lakin evinizin birileri tarafından tarumar edilmesini istemezsiniz değil mi?” dedi Molla Efendi. Zaten bunu söylemesini bekliyordum. Başımı eğdim ve sükunetle odama geçtim. Eşyalarımı toparlarken Hümeyra ile göz göze geldik. “Bana öyle bakma cânım.” dedim. ”Artık elimden gelen bu.” Hümeyra’nın dili lâl olmuştu. Benimle konuşmak istemiyordu. Eşyalarımın olduğu torbayı aldım, evden çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Sadece yürüyordum. Denize nazır bir yere geldim. Balıkçılar kayıklarındaki ağları karaya fırlatıyordu. Kız kulesi iki devasa ağacın arasından hüsn ve hüzünlü görünüyordu. Kayıkçılardan birine “İtalya’ya nasıl gidebilirim?” diye sordum. Kayıkçı şaşırarak “İtalya hangi vilayettir?” dedi. Oradan uzaklaştım. Kayıkçılar aralarında padişahımız Beyazıt ile Cem Sultan arasındaki meseleyi konuşuyordu. Uzun vakit oldu dergâhtan çıkmayalı. Filhakika bilmiyordum Osmanlıda neler olduğunu. İnsanlar arasında Cem Sultan’ın İtalya’ya kaçtığı konuşuluyordu. Bilhassa bu mevzu beni teheyyüce düşürdü. Cem Sultan gidebilmişse ben de gidebilirdim pekâlâ. Sahildeki tüm kayıkçılara İtalya’ya gidebilmenin yollarını sordum. Bir zat bana birkaç saat sonra bir geminin limandan kalkacağını söyledi. Limanda beklerken gayet düzgün giyimli bir beyefendi yanıma yaklaştı. Yüzüme baktı. Beni tanımıştı. “Kanı bozuk!” dedi ve bir tokat attı. Bilahare yüzüme yumruk attı. Ben yere yığıldım fakat o umursamadan vurmaya devam etti. Yüzüme, kollarıma, karın boşluğuma tekme attı. Artık kendimi savunamaz hale gelmiştim. Dayak yerken kendimi İtalya’da tahayyül ettim. Ağrımı biraz hafifletti. Bayılmıştım.

Bir düdük sesiyle ayıldım. Gemi limana yaklaşmıştı. Ben ağır adımlarla geminin olduğu cihete yürüdüm. Sanki az önceki melun adam beni gitmemem için muhasaraya almıştı. Gemiye bindim. Koltuğa oturdum. Bir kişi haricinde gemide kimse yoktu. Bu zatın kılığı pejmürde idi. Elinde kare şeklinde bir kağıt vardı. Ağır ağır onun yanına gittim. Meczuba benzer bir hali vardı. “Ne ararsın burada efendi. İnmenizin vakti gelmiştir.” dedim. Adam soluk nazarlar ile baktı bana. Birden kahkaha atmaya başladı.

“Bu gemiden inmem ben. Burası benim vatanım.” 

Anlamamıştım. Yine kahkaha atarak “Malumatfuruş olan kimseye bir zerre ilim malum edilmemiştir. Bu kimse ki yalnızca zatını kandırmaktadır.” dedi. Bu kelamı Şeyh Nazım Efendi öte aleme göçmeden evvel bana demişti. Lakin bu adam nasıl olur da bunu bilebilirdi. “Şeyh Nazım Efendi’yi tanır mısın?” diye sordum hayretle.

“Hahaha. Şeyh Nazım Efendi demek. Hahaha. Onunla irtibatı olmayan bir beniâdem var mıydı sanırsın? Hahaha. Öldüğünü işittim. Çok üzüldüm.”  Hakikaten sohbet etmesi çok zor bir zat idi bu meczup. “Müridi miydin?” diye sordum.

“Hahaha. Onun müridi olmak bir şeref idi. Onu görmeyi ne kadar arzuladıysam da kabul etmedi beni dergâhına.” Ne kadar çaba gösterdiysem bana anlatmadı lafı mütemadiyen dolandırarak anlatanlardandı. Bilahare ağzındaki baklayı çıkardı. “Şeyh Nazım’ın müridiydim. Lakin benim dimağım başka çalışırdı. Şeyhimin bana verdiği zikirlerle iştigal etmezdim. Hahaha. O da anlardı elbet amma ses çıkarmazdı. Ben kendimi sadece okumakla vazifelendirmiştim. Ne hela temizlerdim ne de zikirlere dahil olurdum. Şeyhin eniştesi Molla Efendi, Şeyh’e ‘Bu kadar sorumsuz bir derviş olamaz efendim. Derhal onu bu kapıdan dışarı koymalıyız.’ demiş. Şeyh de bunu makul bulmuş elbet. Çünkü o da farkındaydı her şeyin. Dergâhtan çıktığımda bütün müritler bir derviş ayrıldığı için kederlilerdi fakat bir tembel ayrıldığı için neşeliydiler. İtalya diye bir yeri hep duyardım. Saray erbabından giden gelen arkadaşlarım fazla idi. Ben de farklı bir ülkeye gitmenin iyi geleceğini düşündüm. Neticede ben bu gemiyle İtalya’ya gittim.” dedi. İtalya’da nerelere gittiğini merak ediyordum ama aynı dergâhtan olduğum birinin böylesi bir hayat hikayesi olduğuna hayret etmiştim. Molla Efendi onu ait olduğu yere yani bir medreseye verseydi fena mı olurdu? “İtalya’ya vardığımda Florensa denilen bir vilayete gittim. Mezkur vilayette her nevi sanatçı bulunurmuş. Hiç İtalyanca bilmezdim. Birkaç gün şehrin içinde dolandım. Geceleri zifiri bir karanlığa gark olurdu şehir. Çok korkardım. Bir gün yatacak yer ararken ormana girdim. Gün daha kararmamıştı. Ağaçların gövdeleri arasında ilerledim. Yerden biraz yüksek çimenle kaplı bir alan gördüm. O gece orada uyudum. Sabah kalktığımda bir adamın elinde birtakım malzemelerle beyaz bir şeyler yaptığını gördüm. Bu resimdi! Teheyyüç etmiştim. Hemen kalkıp ne yaptığını görmek istiyordum merakla. Lakin bu iri suratlı adam bana bir şeyler söyledi. Anlamadım. Eliyle oturmam gerektiğini anlattı. Oturdum ve bekledim. Yine İtalyanca bir şeyler söyledi ama anlamıyordum. Ben aşağı tarafa baktığımda üç kişinin olduğunu gördüm. Onlar da muhtemeldir ki buraların serhoşuydu. Adamın yaptığı tabloya hayranlıkla baktım. Bazı noktaları muhayyilesinden yaptığı belli oluyordu. Mesela bana kırmızı bir elbise giydirmişti. Kanatlı bir mahluk elimden tutuyordu.  Aşağıda yatan üç adam ayaklarını uzatmış, sızmış bir vaziyette yatmıştı. İsmini merak ettim bu ressamın. Bana ‘Sandro’ dedi. ‘Sandro Botticelli.’ El hareketlerimle tabloyu almak istediğimi söyledim lakin katiyen kabul etmedi ve bana bunu çizdi. Atladım bu gemiye bir daha da çıkmadım dışarı.” dedi. Elindeki kağıda baktım. Dimağıma bir şey çarpmışçasına irkildim. Çünkü bu benim rüyamdı! Meğer yavru ceylanın beni koşturduğu yer bir ressamın resmiymiş. Hayretim yüce bir dağ, hiddetle dalgalanan bir deniz olmuştu. 

Yediğim dayağın ağırlığı hala üzerimdeydi. Tıfıl bir çocuk yanıma geldi. “Efendim gidiş için para almamız lazım.” dedi. Torbayı ağır ağır açtım ve içinde ne kadar para varsa çıkardım. “Bu miktar sizi İtalya’ya götürmek için kafi değil efendim.” dedi çocuk. “Gitmem lazım evlat.”

Çocuk gitti ve birkaç ızbandut gibi herif geldi, kolumdan tuttu ve bir paçavra gibi geminin dışına attılar beni. Geminin dışında kayıkçılar bir hadise hakkında konuşuyorlardı. Onların yanına gittim. Gizlice kulak verdim söylediklerine. “Dergâhı yakmak için ahali toplanmış. Ateşe vereceklermiş.” diyordu biri. Bir diğeri de “Rivayet odur ki aşçıbaşı kovulduktan sonra dergâha öfkelenmiş ve halk arasında küçük bir teşkilat kurmuş. Dergâhın yakılmasını şeyhin de öldürülmesini arzu etmekteymiş.” dedi. O an bacaklarımın ağrısını, yediğim dayağı unuttum ve koşmaya başladım. Hümeyra’mdan başka kimse umurumda değildi. Birkaç dakika sonra dergâhın önüne gelmiştim. Sekiz ila on kişi toplanmış elinde meşalelerle dergâha bağırarak küfürler savuruyor, kâfir olduğumuzu söylüyorlardı. Aşçıbaşı onlara liderlik ediyordu. Bana dayak atıldığı için şanslıydım çünkü bu beni tanınmaz bir hale sokmuştu. Ben de onların arasına karıştım. Onlar gibi nidalar attım. Neden sonra dergâha girmeye cüret ettim. Ayağımı dergâhın kapısından içeri soktuğumda tuhaf hisler cereyan etti. Girmemeliydim sanki. Dergâhın eski aşçıbaşısı Kasım beni gördü. “Hey sen ne yapıyorsun? Girme sakın. Sen de yanarsın.” dedi. Gençliğimi, İtalya’yı, Şeyh Nazım Efendi’yi; onca gayret ile yazdığım, örnekleri dikkatlice tayin ettiğim lügatimi düşündüm. Sağ ayağım dergâhın kapısında kalakalmıştı. İçeri girip girmemek konusunda mütereddit idim. Dergâhtakilerin her biri içeri sığınmıştı korkularından. “Kudretli padişahımız Sultan Mehmet Kostantiniyye surlarını vurduğunda koca Bizans’ın askerleri korkakça surların arkasında kalakalmış.” derdi merhum babamın annesi. Dergahtakileri de Bizans’a benzettim birden. Teşbihte hata olmazdı değil mi? Kasım bana çekilmem için bağırıyor, ben ise bir ayağım dergâhın eşiğinde kararsız bekliyordum. Neden sonra Hümeyra’mın bir çift yeşil gözü pencereden göründü. Ürkek bir ceylan gibi dışarıya bakıyordu. Göz göze geldik. Tebessüm etti. Kasım bir şey anlamış gibi yanıma doğru yürümeye başladı. Yaklaşmadan “Bu o! Kâfirlerin başı bu!” diyerek halkı bana karşı galeyana getirdi. Şimdi dergâha doğru koşuyordum. Kapıdan içeri girdim. Hümeyra’mla birkaç saniye bakıştık. Şeyhimin eniştesi Molla Efendi bana öfkeyle nazar ediyordu. Dervişlerin hepsi tedirgindi. Hiçbiri beni burada istemiyordu aslında. Torbamdan lügatimi çıkardım. Onu sol elimde tuttum. Hümeyra’mın elini sıkı sıkı tuttum. Cam kırıldı ve içeri bir meşale girdi. Ortalık aydınlandı. Ardı sıra birçok meşale düştü dergaha. Dervişler, Molla Efendi ve onun zevcesi kaçarken bir elimde lügatim diğer elimde Hümeyra’nın eli ölümü bekliyordum. Bilahare fısıltıyla Necati’den şu beyiti söylemiştim:

 

“Âteş-i gamdan yanupdur pâkdür cismim benüm

Bil ki şol bir âh-ı âteşnâkdür cismüm benim

 

Tarih 20 Şevval 896* idi.

*26 Ağustos 1491

****

“İşte böyle.” dedim talebelerime. “Tulumbacıların bu kadar süratle yetişeceğini düşünmemiştim.. Pencereden göründüğümüz için evvela Hümeyra’yla el ele ölmeyi beklediğimiz odayı söndürmeye gayret ettiler ve bizi aceleyle dışarı çıkardılar. Kadı, aşçıbaşına idam diğerlerine de yüzer kırbaç cezası verdi. Molla Efendi ve birkaç derviş yangında vefat eyledi. Bu olaya vakanüvisler “Büyük Dergâh Yangını” ismini verdi. Hümeyra ile el ele ölmeyi beklediğimiz an şairler tarafından defalarca yazıldı. Minyatürlerde resmedildi.” Talebeler bir sonraki cümlemi merakla bekliyordu. “Hümeyra yaralarımızı iyileştirdi nebatatla. İlim erbabından Çelebi Mustafa Efendi İtalyanca sözlük yazdığımı evvelce işitmiş. Yangından haberi olunca beni yanına aldı ve ders verdi. Onu siz de tanırsınız değil mi?” Çelebi Mustafa Efendi ilim meclislerinde en çok ismi geçen, atıf yapılan alimdi. Şimdi şayet burada lisan müderrisiysem onun sayesindedir. Müderris olduktan sonra gemide yaşayan meczup tavırlı adamın yanına gittim. Kendisi çok yaşlanmıştı. Medreseye gelebileceğini söylediğimde şaşırdı. Kabul etti lakin o kadar uzun düşündü ki iki kere İtalya’ya gidip geldi. Bu da yaklaşık bir ay ederdi. Bir gün medresede elinde bir resimle dışarıda beklediğini gördüm. İçeriye aldım ve ona bir oda verdim.  Botticelli’nin resmini odasına astı. Artık kimi zaman ben de gidip bu resmi derin bir teessürle izlerim. “Sözün fazlası zarardır. Size Şeyhim Nazım Efendi’nin bana verdiği nasihati tekrar hatırlatmak isterim: “Malumatfuruş olan kimseye bir zerre ilim malum edilmemiştir. Bu kimse ki yalnızca zatını kandırmaktadır.” Tarih 5 Rebiülahir 909* idi.

 

*27 Eylül 1503

©2023, Gargoyle Dergi

bottom of page