Adnan T. Doğan
Babalar Evlatlarını Yiyor

Köpeğin burnu yerden kalkmıyordu. Kendi bölgesinde yeni düşmanlar olduğunu seziyordu. Toprakta onu rahatsız eden kokular vardı ve onları bulmadan içi rahat etmeyecekti. Saatlerce tüm bölgeyi didik didik aradı. Her bir köşeyi kontrol etti. Koku kimi yerlerde güçleniyor kimi yerlerde zayıflıyordu. En sonunda yaklaştığını hissetti. İyice heyecanlanmıştı. Ağzı köpürmeye başladı. Ağaçların dev köklerinin gizlediği kuytu bir köşede beş köpek yavrusunu fark etti sonra. Burnunu rahatsız eden kokunun kaynakları bunlardı. Anneleri açlık ve susuzluktan bitap düşmüş bir hâlde yeni yemekler ararken yavrularını güvende sakladığını umuyordu. Köpek, yavruları biraz daha kokladı. Bunlar kendi yavrularıydı. Birkaç ay önce dişi köpeği hamile bırakmıştı ve şimdi karşısında beş tane küçük tüy yumağı bulunuyordu. Yavruların dibine kadar geldi. Hepsini teker teker kokladı. Üç tanesi erkek iki tanesi dişiydi. Erkek yavrulara daha da dikkat kesildi. Emin olmak istiyordu. İçgüdülerine yenik düştü. Boğazından derin hırıltılar yükselmeye başladı. Anne çok geç kalmıştı. Üç yavrusunu kaybetmişti. Baba çoktan işini halletmişti. Erkek yavruları oracıkta boğup attı. Dişi yavrulara ise dokunmadı.
***
İzhak otobüsten indiğinde kan ter içindeydi. Yaz en şiddetli hâliyle varlığını insanlara hissettiriyordu. Gün ışığı insanları ısıtmakla kalmıyor adeta onların canını yakıyordu. Öğlen vakti tene değen güneş sanki bir ok gibi saplanıyordu. Etrafta hiç kimsenin olmadığı bu meydanda gölgesinde soluklanacak bir ağaç dalı bile bulunmuyordu. Çorak ve verimsiz arazide toz yığınları kaplıydı her yer. İzhak yürümeye başladı. Tanıdık bir yer, aşina bir yüz arıyordu gözleri. Bu sokaklardan en son geçeli neredeyse yirmi yıl olmuştu. Mahalleler pek gelişmese de en azından değişmişti. Eski evler yıkılmış, yerlerine yenileri inşa edilmişti. Birkaç tane apartman gözüne çarpıyordu İzhak’ın. Zemin katları dükkandı hepsinin. Yollar asfalt olmuştu artık. Toprak yol olduğu günleri anımsadı. Sadece bir bakkal vardı meydanda o zamanlar. Karşı tarafta da bir keresteci. Arkalara doğru sıra sıra tarlalar uzanıyor, tarlaların peşine köyler yükseliyordu. Şimdi apartmanlardan dolayı arka caddeleri göremiyordu bile. Meydanda dükkanlar peşi sıra dizilmişti. Bu hâliyle olsa olsa küçük bir kasabayı anımsatıyordu ama yine de anılarındaki hâlinden eser yoktu.
Tek başına gitmesi gereken adresi asla bulamazdı. Zihninde her yer bulanıklaşmış hiçbir şey aynı kalmamıştı. Yardıma ihtiyacı vardı. Kahvehaneye gitmeye karar verdi. Oradan mutlaka kendisine yardım edebilecek birilerini bulabilirdi. Sırt çantasını omzunun bir tarafına geçirdi ve otobüsün kendisini bıraktığı yerden iyice uzaklaştı. Az ileride gerçekten de bir kahvehane buldu. Hemen içeri attı kendini. Köyün birkaç tane yaşlısı köşede muhabbet ediyordu. Hepsi sıcaktan bunalmış bir hâlde boncuk boncuk terliyorlardı. İçerideki tek vantilatör hiç kimseyi serinletmeye yetmiyordu. İzhak adımını atar atmaz yabancı görmeye alışık olmayan bu ihtiyarlar meraklı gözlerle kendisini süzmeye başladı. Birkaç tanesi hemen laf attı. Kimlerdendi, neden gelmişti, ne iş yapardı. İzhak onlara kendini tanıtmadı, daha doğrusu kendisini tanımalarından çekindi. Cenazeye geldiğini söyledi. Taziye evinin nerede olduğunu sordu. İhtiyarlar baş sağlığı diledi önce, sonrasında hemen evi tarif etmeye koyuldular. Zaten çok severlerdi yol tarifi vermeyi. Nerede ne olduğunu olur olmadık yerde anlatırlardı. Şimdi bir yabancı onlara böyle sorunca keyifleri yerine gelmişti. Onlar için yabancı olan bu oğlan yol tarifini alır almaz sıvışıvermişti oradan. Daha ismini bile öğrenememişlerdi. Hevesleri kursaklarında kalmıştı ihtiyarların.
İzhak hemen yola koyuldu. Kahvehanedeki yaşlı adamlardan tarifi aldıktan sonra yol haritası zihninde canlandı. Çocukluğunda her gün yürüdüğü yollar şimdi akın ediyordu hafızasına. Eski alışkanlıklarını hatırlıyordu. Anıları hücum ediyordu. Meydandan yukarı doğru çıkması gerekiyordu. Elma bahçelerini geçip korulukla kaplı yola girmeliydi. Tepenin en sonunda kendi evleri vardı. Tüm çocukluğunu geçirdiği ev orada olmalıydı.
Öğle vakti yavaş yavaş sona eriyordu. Güneş tüm kızgınlığıyla dünyaya saldırmıyordu artık. Ama yakıcı sıcaklık varlığını hâlâ hissettiriyordu. Özellikle İzhak, meydanı geçip eve giden yola girdiğinde işleri daha da zorlaştırmak için elinden geleni yapıyordu. Tüm hıncını ondan çıkarıyordu adeta. Bunca kayıp yılın hesabını sorarcasına kızgın bir demir misali ışınlarını ona gönderiyordu. Yolun bu kadar yokuş olduğunu hatırlayamamıştı İzhak. Yanlış yolda olup olmadığından şüphe etti ama ihtiyarların yol tarifine uyuyordu burası. Sıcak hava ve yokuş yetmezmiş gibi bir de buradaki yollar çakıl doluydu. Asfalt dökülmemişti. Adımlarını atarken ayağının altındaki yola azami dikkat etmesi gerekiyordu. Sıcaktan bayılmamak için kendisini zor tutarken bu çakıllı yollar hiç yardımcı olmuyordu. Önünde azap dolu bir yol vardı. Üstelik sonunda neye varacağını bile kestiremiyordu.
Yolda bata çıka ilerlerken karşıdan ona çok tanıdık gelen bir sima gördü. Ter damlaları gözlerine hücum ediyordu. Tuzlu sıvı gözlerini yakmış görüşünü bulanıklaştırmıştı. Ama bu kendisine doğru gelen kişiyi tanımasına engel olamamıştı. Yıllardır hiç görüşmediği üvey abisi İsmail geliyordu. Yanında karısı olduğunu tahmin ettiği biri ve peşinde sürüklediği üç tane de çocuk vardı. Yeğenleriydi bunlar büyük ihtimalle. Aralarındaki mesafe gittikçe azalıyordu. İsmail ve ailesi yokuş aşağı indiği için çok daha hızlı bir şekilde yaklaşıyorlardı İzhak’a. İsmail de İzhak’ı fark ettiğinde şok geçirdi. Ama kendisini toparlaması kısa sürdü. Şaşkınlık dalgası yerini derin bir öfkeye bırakmıştı. Üvey kardeşler yolun ortasında yüzleştiler. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Cırcır böcekleri kulakları sağır edercesine ötmeye başladı. Az sonra kopacak kavgayı tüm ahaliye haberdar etmek istiyorlardı sanki.
“Yıllarca arayıp sormadıktan sonra babamın cenazesine hangi yüzle geliyorsun sen?” diye öfkeyle çıkışmıştı İsmail. Gözlerinden ateş fışkırıyordu. İzhak sıcaktan bitap düşmüş bir sesle “O senin olduğu kadar benim de babam.” dedi. Şimdi şok olma sırası İsmail’in eşindeydi. Kocasının omzunun üzerinden meraklı gözlerle karşısındaki bu tuhaf adamı süzdü. İsmail’in bir kardeşi olduğunu o an öğrenmişti.
“Bir baban olduğu şimdi mi aklına geliyor?” bu soru meraktan ziyade nefret doluydu. İzhak cevap vermek istemedi. Zihni hiç cevap verebilecek bir durumda değildi. Bu sorunun cevabına milyonlarca şey sığdırabilirdi. Neden yıllar önce bu köyü terk ettiğini abisine açıklayabilmeyi çok isterdi. Annesiyle babasını hiç üzmek istemediğini söylemek isterdi. Ama bu köye sığamıyordu. Sığmamıştı da. Uzak şehirlerdeki akranlarının hikâyelerini çok duymuş içinde yanıp tutuşan ateşe yenik düşmüştü. Abisine ve köyün şimdiki geldiği hâle bakınca içinde en ufak bir pişmanlık yoktu. Olduğu yerde saymak istememişti. Bu küçük dünyalar içinde tıkılı kalmaktan ölesiye korkmuştu. Ailesinden asla uzaklaşamamaktan onların dizinin dibinde parazit gibi yaşamaktan kaçınmıştı hep. Onları aşağılamıyordu. Kendisini anlayamayacaklarını biliyordu sadece. Şehirde kendisine matah bir hayat kurmamıştı ama en azından kendi hayatıydı. Nefes alabiliyordu. Burada yarının ne olduğu belli, ilerleyemediği, kısalıp uzayamadığı yaşamı kendine yedirememişti. Ailesinin sevgisi boğmuştu onu. Annesinin üzerine titremesi, bir dediğini iki etmemesi acı vermişti ona. Her dediği yapılıyor, gık dese önüne dünyalar seriliyordu. Köy yaşamı küçük ve dış dünyaya kapalıydı. Nefes alınamıyordu bazen. Ailesi ise ilgi ve alakayla onu boğmaya devam ediyordu. Kendi zihninde attığı sessiz çığlıklar buradan kurtulması gerektiğini bağırıyordu. Kaçması gerekiyordu ve bunu başarmıştı. Kimseden de gocunacak hiçbir şeyi yoktu.
Abisi sorduğu soruya cevap bekler gözlerle bakıyordu. Her an kavgaya hazır, saniyesinde tokadı yüzüne yapıştıracak şekilde tetikteydi. Cevap vermedi İzhak. Soruyu yanıtsız bıraktı. Bir adım yana çekildi. Derin bir nefes verip yürümeye devam etti. Soruya vereceği cevaba evrenleri sığdırabilirdi. Saatlerce anlatabilirdi içindeki her şeyi. Önüne tüm dünyaları dökebilirdi. Ama bunun şu saatten sonra bir anlamı olmayacağını düşündü. Abisi yine de onu dinlemeyecek ve kavga edeceklerdi. İkisi de yetişkin insanlardı ve şu an istediği en son şey babasının cenaze töreninde üvey abisiyle dövüşmekti.
Yol gittikçe çekilmez bir hâl alıyordu. Meyve bahçelerini de geçmiş her iki yanında sağlı sollu ağaçlar yükseliyordu. Küçükken bu yolu çok severdi. Yalnız başına burada yürümeyi ve dalların arasından geçen rüzgârı dinlemeye bayılırdı. Herkesten ve her şeyden uzak hissettirirdi kendisini. Huzur dolardı içi. Bu yolun sonunda en tepede de kendi evleri vardı. Tek katlı geniş bahçeli fena sayılmayacak bir evdi. Ama şimdi tüm köy ahalisi toplanmıştı buraya. Kapı önlerinde insanlar toplaşmışlar muhabbet ediyorlardı. Önce müteveffadan laflarlar, ne kadar iyi insandı rahmetli derlerdi. Sonrasında gene köy hayatının olağan akışı kendi yolunu bulurdu. Bu sene mahsulleri kaça satmıştı, kime alıcı çıkmıştı, don onları da vurmuş muydu? Bir yanda helva kavrulurken bir yandan da ev yemekleri son sürat yapılırdı. Ölenin yakınları asla yalnız bırakılmaz hep yanında olunurdu. Abisi de gittiğine göre şimdi evde sadece annesi vardı. İzhak annesini görmek istiyordu.
Evin bahçesinden içeri girdi. Konuşmalar bir anda kesildi. Bahçedeki herkes pür dikkat onu izlemeye başladı. Kim olduğunu çıkarmaya çalışıyorlardı. Uzaktaki bir akraba mıydı, kimlerdendi, ne işi vardı burada? Onu tanıyan tek tük insan çıksa da yıllar içinde İzhak’ın çehresi çok değişmişti. İhtiyar hafızalar zorlanıyordu bu yüzü seçmede. Giriş kapısına geldi İzhak. Ayakkabılarını çıkardı. Hâlâ kimsenin ağzını bıçak açmıyor, her bir adımı meraklı onlarca göz tarafından izleniyordu. Annesinin evin büyük odasında olduğunu tahmin etmişti. O odaya doğru yöneldi. Odanın eşiğine geldiğinde derin bir soluk aldı.
Babasının ölüm haberini uzak bir akrabasının telefonuyla almıştı. Başın sağ olsun demek için aramıştı kendisini. O an hiç düşünmeden çantasını hazırlamıştı İzhak. Kendisine küçük bir çanta yaptıktan sonra hemen otogara geldi ve memleketine giden en erken saatli otobüse bilet aldı. Otobüse atladığı gibi kendini köyün meydanında bulmuştu zaten. Tüm bunları bir refleks olarak yapmıştı. Hiçbir şey düşünmemişti. Kahvehanede ihtiyarlara yol tarifi sorarken aklından bir şey geçmiyordu. Abisiyle karşılaştığında da benzer hislerle kaplıydı. Kaçabildiği kadar kaçmıştı her şeyden son ana kadar. Ve işte o an gelmişti. Eşikten adımını atacak ve annesiyle yüzleşecekti. Ona ne demesi gerekiyordu veya o kendisini nasıl karşılayacaktı? Büyük bir özlemle boynuna sarılıp öper miydi yoksa boş gözlerle bakışırlar mıydı? Son raddede neler değişecekti? Annesiyle kavga edecek, onunla tartışacak mıydı? Annesi başını okşayıp teselliyi kendisinde bulmak ister miydi peki? İzhak hiçbir şey bilmiyordu. Aklından hiçbir şey geçmiyordu. Ama emin olduğu bir şey vardı; ne olursa olsun, annesi nasıl bir tepki verirse versin kendisini ona teslim edecekti. Kaderini onun ellerine verecekti. Sonrasında yaşanacak her şeye boyun eğecek ve büyük bir olgunlukla karşılayacaktı. Her bir zerresiyle tamamen teslim olmuştu. Derin bir soluk aldı ve eşikten adımını attı.
.png)
_edited.png)