Berfin Yıldız
Sessiz Bir Sabah
.png)
Önce hafifçe aralanan perdenin mermere değişini duydum, öyle sessiz bir sabahtı. Ne bir kuş sesi ne bir ezan sesi ne de bir kepengin açılışı. Bıyıkların burnuma batıyordu ama nefesin her zamanki gibi göz kapaklarımı okşayıp boynuma ince bir el gibi değmiyordu.
Öyle sessiz bir sabahtı işte.
Sanki başka bir dünyadan bedenimin içine tekrar varıyordum her sabah. Gözlerimi hafif aralayınca önce yüzünü, sonra ardındaki pencereden koyu mavi ilk gün ışıklarını gördüm. Her saniye ben bu dünyada, kolun da karnımın üzerinde ağırlaşıyordu. Uyanıyordum ama uyanmak istemiyordum, biliyordum bugün bu sessizliğin suçlusu ne kuşlar ne imam ne de esnaf. Bugün bu sessizliğin sebebi sendin. Her sabah göz kapaklarımı okşayıp boynuma ince bir el gibi değen nefesin neredeydi?
Bıyıkların hala burnuma batıyordu ve kolun hala karnımın üzerindeydi. Ne kadarının hala benimle olduğunu ölçüp tartmaya başladım sonra. Ağlasam duyacak kadar benimle miydin?
İçimde hiçbir şüphe yoktu, öncekilere kıyasla. İlaçlarını almadığında, eve gelip de seni banyoda, yerde veya yatakta kusmuğunun içinde baygın bulduğum zamanlarda, acil numaraları titreyen parmaklarımla yanlış basarken hep ölmüş olmandan korkardım. Ama ölüm bir ihtimal dahilinde geliyorsa aklıma, o zaman yaşıyorsun demekmiş. Bunun daha gözümü açmadan odadaki varlığının eksildiğini hissedebilecek kadar seni sevmiş olmamdan mı yoksa yıllardır ölümle beraber bir evde üç kişi yaşayıp onun ciğerini bilmemden mi kaynaklandığını bilmiyordum. Seni uyandırıp sana sormak istedim sonra. Bir elimi karnımdaki kolunda gezdirdim. Soğuktun. Diğer elimi kolumun üstündeki saçlarının arasına soktum ve durdum öylece. Sanki her saniye daha da ağırlaşıyordun. Sanki kolunu karnımın üzerinden alıp o yataktan kalkmaya gücüm yetmeyecekti. Neyse ki bir süre sonra başardım bunu.
Neden evde o kadar dolandım, ne aradım bilmiyordum. Bir koltuğun üstünde oturdum bir süre. Tekrar yatağa dönüp uyumak, uyandığımda nefesini hissederek ya da öksürük krizine girdiğini duyarak uyanmak istedim. Önce bir süre uzaktan izledim seni. Öldüğünü şu durumda bir tek ben anlardım böyle uzaktan.
Kendimi on dakika içinde çıkarmayı başardım evden. Arabaya bindim, sözleştiğimiz gibi pazar kahvaltısına annemlere gidecektim. Arabayı park ederken epey zorlandım. Yanımda sen yoktun çünkü. Kasıtlı olarak duvara fazla yanaşmamaya çalıştım gayri ihtiyari, sanki sen yan koltuktan inecekmişsin gibi. Olmadığını unutarak sen varmışsın gibi davranıp sen yokken yaşamak daha ilk saatlerden boğazıma taşlarını dizmeye başlamıştı.
Ağır ağır yukarı çıktım. Her adımımda evdeki konuşma sesleri yakınlaşıyordu. Annemin sesini duyuyordum. Kapıya gayet yakındı. Biraz daha yaklaşıp zile basmadan hemen önce babama market siparişi verdiğini anladım. Zile bastığımda, cümlelerini ardı ardına dizmeye devam ederken kapıyı açtı. Yüzü babama dönüktü. İlk önce babam gördü beni, babamın şaşırmış yüzü annemin kapıya dönmesini sağladı. Hala siparişlerini ardı ardına diziyordu. Beni görünce durdu.
“Kızım” kol saatine göz ucuyla baktı. “Hoş geldiniz, erkencisiniz” dedi sorgular vaziyette. “Hoş buldum anne, geri gideyim istersen.” dedim ayakkabımı çıkarırken. İki adımda içeri girdim, montumu vestiyere astım. Açık kapıdan babam bana başıyla selam vererek çıktı.
“Aşk olsun Eda, kızım.” annemin sesinde o her zamanki acıması vardı. Bana terlik uzattı. “Zaten yoruluyorsun, bir de bu saatte kalkıp bana yardım etmeye mi geliyorsun, madem öyle size gelseydik kahvaltıya, en azından yol çekmemiş olurdunuz. Hem bu evde iki tane daha gelinlik kız var. Ne yardımı?”. Hızlıca etrafa göz gezdirdim, annemden başka uyanan yoktu. “Tek başıma geldim anne” dedim, gözümü istemsizce kaçırıp mutfağa girdim. Annem de arkamdan geliyordu. “Ali niye gelmedi? Gerçi erken uyanamamıştır çocukcağız. Keşke sen de gelmeseydin yavrum, tek başına bırakmasaydın evde.”
Cevap vermedim. Masaya tabak diziyordum.
“Kızım, sen iyi misin?” dedi annem. Buzdolabını açıp yumurta ve tereyağını çıkardım.
“Yoksa kavga mı ettiniz?”. Cevap vermedim, yumurtaları çırparken yalnızca çatalın kâseye değdiği birkaç saniyelik sessizlikten sonra devam etti annem. “Ah kızım, zaten neler yaşıyorsunuz, bir de birbirinize mi giriyorsunuz hiç derdiniz yokmuş gibi. Aferin size.” Yanımdan geçip buzdolabına ulaştıktan sonra kahvaltılıkları çıkarırken söylenmeye de devam ediyordu. Annemin kavga ettiğimizi sanması her zaman bir zandan çok dilek gibiydi, şu an olduğu gibi. O söylemiyordu ama hastalandığın ilk andan bu yana seni hep bana yük olarak görmüştü. Sorsam boşanmamı asla istemezdi, ama hep ima etti. Sanki zehir ağzımızda geveleyip yutmadıkça bizi zehirlemezmiş gibi. Sanki ellerle değil de kalplerle işlenen günahlar Tanrı’nın kör noktasıymış gibi.
“Gerçi ben diyorum, bütün bu sorumluluğu sen üstlenemezsin, en kötü yanında bir sağlıkçı, bir yardım eden olması lazım. Sen de bu kadar yükü taşıyamazsın kızım, kimse taşıyamaz. Hayır ona yok dediniz tamam, bu çocuğun ana babası niye bir gün gelip de senin üzerinden biraz yük alma zahmetine girmediler acaba? Hani haftanın birkaç günü annesi baksa da sen biraz kafa dinlesen mesela.’’ Annem her kavga ettiğimizde aynı ahenk ve vurgularla kurduğu cümleleri artık sırasıyla ezberlediğini dahi fark etmeden kurmaya devam ediyordu. Kızgın yağa yumurtaları dökerken çıkan ses annemin sözünü kesti. “Anne bu dediklerinin benim tek gelmemle hiçbir ilgisi yok tamam mı?”. Sesim gayet öfkeliydi ama bağırmıyordum. Annem yanılıyordu. Kendime itiraf edemesem de hasta olmanın bu yanını sevmiştim. Eskisi kadar kavga edecek halimiz yoktu. Hep yorgunduk. “Sen beni anlamazsın yavrum, ancak senin de evladın Allah göstermesin senin durumunda olursa anlarsın. Hayır ben Ali’yi de evladım gibi severim. Seni de ne kadar sevdiğini biliyorum, sen onun yerinde olsan eminim o da aynısını yapardı, ama seninki de can yavrum. Hem sen onun için ne fedakarlıklar yapıyorsun, o da seni alttan almak yerine seninle kavga ediyor.” Buzdolabının kapağını kapatırken sesi de değişti. “Eda bak geçen konuştuk salçalar oldu diye, sen daha tadına bakmadın dur getiriyorum.”. Hızlı ve hevesli adımlarla mutfaktan çıktı.
Mutfakta tek başıma kalmak ve yalın sessizlik o kadar rahatsız ediciydi ki yanındaki tencere ve tavaları devirircesine bir gürültü kopararak çıkardım çaydanlığı yerinden. Uzun zaman sonra sigara içtiğimden olsa gerek, hafif titreyen ellerimle birazını dökerek çay koydum demliğe. Altına da kaynaması için su. Ne kadar yavaş doluyordu.
“Hop hop hop!”. Birisi koşarak gelip çaydanlığın kulpunu tutan ellerimden aşağı doğru süzülen suyun kaynağını kapattı. O birisi Ceyda’ydı. “Uyanamadın herhalde abla” diyerek esnedi. “Aslında sorarsan biz de uyuyamadık.”. Masadaki doğranmış domateslerden bir tanesini ağzına attı. “Benim şu an burada olduğuma bakma. Ben aslında içerde uyuyorum hala.”
Çaydanlığın altını ocağa koydum. Ocağı açtım, yalnızca gaz vardı. Arka cebimden çıkardığım çakmakla ateşi yaktım. Demliği de çaydanlıkla üst üste koydum. Her şey sanki ben bir pilli bebekmişim de biri sırtımdaki kulpu çevirmiş gibi programlı ilerliyordu. Boğazıma dizilen taşlar yığılıp yerle bir olmak için görevlerimin bitmesini mi bekliyordu? Tıpkı seni yarı baygın bulduğumda, krize girdiğinde, uykundan ağrılar içinde ağlayarak uyandığında sana doktorların verdiği reçeteleri hazırlayıp ambulansı ararken yaptığım gibi. Ya da bu evde kimse senin öldüğünü bilmezken hala yaşıyordun belki. Her gezegenin kendi zamanı olması gibi.
“Pişt” Sesin geldiği yere, mutfak masasındaki sandalyesine kurulmuş olan Ceyda’ya döndüm. “Ne zaman söyleyeceksin?”. Anlamayan gözlerle baktım. Devam etti. “Geçen gün çantan açık kalmış, bir kağıt gördüm.”. Düşünüyormuş gibi rol keserek devam etti. “Şey yazıyordu sanki…” parmaklarını birkaç kere havada şıklattı. “... heh, hatırladım. Bankadan kredi mi çekmişsin n’apmışsın Ali eniştenin hastane masrafları için.”. “Ceyda” dedim bıkkın bir sesle. “Ne Ceyda? Anneme söylememi ister misin?” hem sesinde hem yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. Seslenmedim. Patates doğrayacaktım. “Valla normalde söylemezdim ama, erken gelerek beni annemizin gazabına uğratıp erken uyanmama sebep olduğun için söyleyebilirim belli olmaz.” Göz ucuyla dönüp baktığımda, elindeki domatese sanki domatesi değil de beni elinde, avcunun içinde tutuyormuş gibi küçümseyici bakışlar atarken söylüyordu bunları. Uzun, siyah, canlı saçları, parlayan gözleri, hafif kızarık yanakları, genç yüzü, birazdan önüne gelecek kahvaltı, yatağına serdiği çiçekli nevresimler, balkonda sağını solunu kollayarak yaptığı bol kıkırdamalı telefon konuşmaları, üstüne başına sinmiş kahkahalar, aşklar, sohbetler, heyecan. Hepsi sen büyüksün bak kardeşin ağlıyor diyerek ellerimden alınıp ona verilmiş oyuncak bebeklerimi getirdi aklıma. O zamanlar da hiç ağlamazdım.
“Abla” biraz tereddüt ederek devam etti. “Tamam canım bu kadar üzüleceksen söylemem. En azından bir süre.”. Bilmiş ifadesiyle devam etti. “Ben söylemeden anlar zaten.”
Elinde salça bidonuyla içeri girdi annem. “Neyi anlarmışım?”. Cevap beklemeden çekmeceden bir kaşık alıp salça bidonunun içine daldırdı. Kaşığın ucuyla çıkardığı salçayı bana uzattı. “Bir bak bakalım beğenecek misin? Beğenirsen al bidonlardan birini eve götür. Bu sene çok çıktı. Tek başıma olsam bu kadar olmazdı da Ceyda’yla birlikte yaptık.” Ceyda’ya gururla baktı annem. “Hı hı, aynen.” dedi Ceyda umursamazca. “Ay bu kız da…” dedi annem. Ceyda’nın ilgisizliğine alınmıştı. Bir yandan salçayı dolaba koyuyordu. “Ne var anne? Sanki ben hevesle yapmışım gibi anlatıyorsun ya. Her zamanki kadar oldu işte, benim hamaratlığımla falan alakası yok yani” hamaratlığı alaycı bir şekilde vurgulamıştı. “Tamam, tamam. Seni de şımartmaya gelmiyor işte böyle.” dedi annem telefonunu uzatırken Ceyda’ya “Bir işe yara da şuradan babanı arayıver bari. Nerede kalmış sor.”
“Ceyda en azından seni övüyor. Bak benim adım bile geçmiyor. Sanki o kadar işi iki kişi yapmışsınız gibi.” diyerek içeri girdi Nazlı. Ceyda’nın aksine üstünü giymiş ve gayet bakımlıydı. “Senin yaptığın işte ne vardı?” dedi Ceyda bir yandan telefon kulağında. “Seninki iş yapmak değil, yapıyormuş gibi görünmek sadece. Hatta eğer sen olmasaydın işimiz daha kolay biterdi. Ben zate.. Alo baba, ne yaptın? Annem seni soruyor.” Açılan telefon Ceyda’nın cümlesini böldü. Annem bir yandan artan sinir seviyesini yaptığı işi daha gürültülü yaparak belli etmeye çalışırken bir yandan da söylenmeye başladı. “Ay tamam susun ikiniz de. Bir iş yaptır da bin gün konuşsunlar.” Sonra bana döndü. “Kızım Ali’yi getirseydin keşke, en azından onun yanında biraz olsun utanıp kapatıyorlar çenelerini.”
Hiçbir şey diyemedim. Bir yandan Ceyda ve Nazlı kavga ederken bir yandan annem gözlerimin içine baktı bir şeyler sezer gibi, bir yandan beni süzerken babama söyleyecekleri olduğundan telefonu Ceyda’nın elinden almaya gitti. Sanki aralarında olmadığımı fark eder gibi. Bense insanın nasıl her şeyden habersiz olabildiğine şaşırıyordum. Ben gözlerinin önündeydim, söylemesem de acım gözlerinin önündeydi, ama göremiyorlardı, biraz görseler bile anlamıyorlardı. Ceyda’ya, Nazlı’ya baktım sonra, annem onların kavgalarına yönelmişti. Çünkü onlar öğrenmişti varlıklarını her yere yaymayı. Bazılarının dinlenmesi için bir fısıltıları yeterken, kiminin duyulmak için olanca bağırması gerekirdi.
Yavaş adımlarla bir sandalyeye çöktüm, bir un çuvalının fırlatılışı gibiydi. Bir yandan seni sırtımda taşıyordum. Ceyda ve Nazlı yer kavgası yapıyorlardı.
“Ya ben her zaman buzdolabı tarafına oturuyorum zaten, bugün mü yer değiştiresin tuttu!” Ceyda ayakta, Nazlı Ceyda’nın bahsettiği yerde oturuyordu. “Sen bu sabah tersinden kalkmışsın, altı üstü bir yer.”. “Altı üstü bir yerse kalkıver!”.
“Böyle olmayacaktı’’ diye geçirdim içimden. Böyle olmayacaktı. Önce durumun ağırlaşacaktı, sonra hastaneye gidecektik. Hastaneye yatıracaktık seni.
“Allah Allah ya, ben sen halamların yanında anlatmaman gereken şeyleri anlattığında seni affetmiştim ama!” kızların kavgası iyice dallanıp budaklanmıştı.
Sonra doktor yanıma gelecekti, ölümün habercisi yüzünü giymiş üstüne. Artık giyilmekten buruşmuş, solmuş yüzünü. Diyecekti ki “Hastamızın fazla ömrü kalmadı, her an her şey olabilir.”
Annem “Kızlar beni getirmeyin oraya.” derken kapı çaldı. Gelen babamdı. “Yahu bu ne ses, apartmanın girişinden duyuluyor!” dedi babam ayakkabılarını çıkarırken. Annem yanıtladı. “Ay her zamanki halimiz işte sen de her seferinde şu cümleyi kurmaktan sıkılmadın.”
Doktorun söylediklerini sana asla söylemeyecektim ama sen, seni mutlu etmeye çalışma şeklimden olan biteni anlayacaktın. Ölüm aramızda yatacaktı hastane yatağımızda karanlıktan korkmuş da odasından kaçıp yanımıza gelmiş, hiç sahip olmadığımız küçük çocuğumuzmuş gibi.
Annem, babam, Ceyda bir yandan kavgaya devam ederken bir yandan da etrafıma oturdular, yemeklerine başladılar. “Kızım, ben ablanı senin yanına hiç göndermedim ki arkadaşlarınlayken, hay Allah nerden uydurdun şimdi bunu?’’ diyordu annem bir yandan elindeki patates sapladığı çatalı ağzıma uzatırken. Hiçbir şey demeden çatalın ucundakini ağzıma aldım, sessizce yemeye başladım.
Aramıza yatan ölümü bağrımıza basacaktık başka çaremiz olmadığını bilerek. Artık ondan nefret etmeyecektik, artık ona direnmeyecektik. Sayısı azalmış nefesini artık ona isyan etmeye harcamayacaktık.
“Zaten hep böylesin sen var ya! İstediğin olmadı ya hemen huzursuzluk çıkaracaksın.’’ dedi Nazlı Ceyda’ya. Ağzındaki lokmadan dedikleri zor seçiliyordu.
Tutacaktık nefeslerimizi. Sen boşa gitmesin diye, ben senin nefes alışverişlerini duyayım diye. Kalbini dinleyecektim başım göğsünde, son atışları olduğunu bilerek, bir aşk şarkısını son kez dinler gibi.
Hırsla ayağa kalktı Nazlı. “Al ya al otur yerine, bir yer için yaptıklarına bak!” Annem ayağa kalkan Nazlı’yı zorla geri oturttu.
Ölüm aramızda öylece yatarken ve biz onu bağrımıza basmışken, uyanmasın diye sessizce veda edecektik birbirimize. Gözlerini gözlerime kilitleyecektim, kirpiklerin aramıza girmesinden korkacaktık.
“Ben sana hiçbir zaman söz dinletemedim zaten farkındayım Nazlıcığım.” diyordu babam. “Tabi bunda sürekli lafımın üstüne laf söyleyen annenizin de payı yok değil.” diye ekledi çatalının ucuyla annemi göstererek.
Belki bana “hayatına devam et” minvalinde cümleler sarf etmeye kalkacaktın. Ben ise seni susturacaktım. Belki o kadar erdemli olmayacaktım ama sözler verecektim sana senden başkasını sevmeyeceğime dair. Sen de inanmış gibi yapıp susacaktın.
“Ben artık hiçbirinize hiçbir şey söylemiyorum” dedi annem hem babamın hem kendisinin çayını doldurmaya kalkarken. “Ben sizin için didinip uğraşayım, siz benim karşımda birleşin.” Çayın ince belli bardağa dökülüşünün sesi geliyordu masanın arkasından.
Belki geride bıraktığın pahasız eşyalarla ilgili vasiyetler bırakacaktın bana. Günlüklerini okumayacağıma dair söz verdirecektin. Kıyafetlerini dağıtmamı isteyecektin ihtiyacı olanlara. Yurt dışına çıkmamı tavsiye edecektin. Sanki bedeninin içinden ruhunu çekip çıkarabilirmişim gibi sarılacaktım sana.
Annem masaya çoktan oturmuştu, bu sefer de babam kalktı. Bir yandan sandalyenin arkasına astığı ceketini giyerken bir yandan da laf yetiştirmeye devam ediyordu. “Hadi size afiyet olsun. Bir kere izin verin de şu masadan huzurla kalkayım be!” Bir kolu ceketinin içinde, diğeri dışarıda bana döndü. “Kızım, kavga mı etmişsiniz, ne yapmışsınız artık, yine de getirseydin keşke Ali’yi! En azından onun yanında utanıp susuyorlar!”
“Baba Ali öldü” dedim kafamı önümdeki zeytinlerden kaldırmadan. “Gönderdiğim paranın kıymetini bilsen şaşardım Ceyda! Yahu ne yapsam yaranamıyorum ya!” Babam diğer kolunu da geçirmişti sonunda ceketine. Beni duyan olmadı. Herkes kendi kavgasıyla meşguldü.
Babamın kapıyı çekip çıkmasıyla, Ceyda ve Nazlı da aynı hararetle kavga ede ede odalarına gittiler. Annem bir yandan çayından bir yudum aldıktan sonra derin bir iç çekti. Sonra iki boş tabağı masadan alarak tezgâha doğru yerinden kalktı. Bir yandan da konuşuyordu.
“Kızım kusura bakma sen de. Biliyorsun işte her zamanki halimiz. Sen kardeşlerine bakma, kahkahaları gelir odalarından şimdi hiçbir şey olmamış gibi.” Bardağa dökülen çayın sesi konuşmasına eşlik etti. “Hayır, sorun babanla bende mi acaba diye düşünecek oluyorum, sonra sana bakıyorum, vazgeçiyorum. Sen ne kadar uslu bir çocuktun Maşallah, hiç üzmedin beni. Sesin soluğun çıkmazdı, kavga çıkarmazdın. Ne kadar akıllı bir çocuktun.” çayı önüme koyup boş olan eliyle yanağımı sevdi. “Hadi bak ye yemeğini daha sofrayı kaldırıp yukarı çıkacağım, Ayten Hanımlara. Yeni torunu oldu biliyor musun? Ay bir görsen gözlerini…”
Bir yandan annemi dinleyip bir yandan tabağımdakileri ağzıma tıkıştırırken neden ağlamadığımı anlamaya çalışıyordum. Bir gün sonra üzerine toprak atarlarken Ceyda’ya verdiğim oyuncak bebeklerim geldi aklıma. Hiç ağlamadım.
.png)
_edited.png)