Adnan T. Doğan
Bir Kaçış Öyküsü
.png)
Uzaklardan iki el silah sesi duyuldu. Sonrasında derin bir sessizlik çöktü. Sokaklarda in cin top oynuyordu. Herkes kısa zaman içerisinde ortalığın karışacağının farkına varmış ve evlerine kaçışmıştı. Kapılar üst üste kilitlenip pencereler sımsıkı kapatılmıştı. Hayalet şehri andıran bu yerde insan varlığına dair tek işaret arada bir göz açıp kapanıncaya kadar aralanan kalın perdelerdi. Fırtına öncesi sessizlik misali herkesin zihninde dolanıp duran ama dile getirilmekten ölesiye çekinilen ve kalplerden sürekli inkâr edilen felaketler yakındı. Kalın taş duvarların ardına saklanan herkes bunun farkındaydı fakat kimse ilerisini tahayyül etmek istemiyordu. Dükkanların kepenkleri el çabukluğuyla kapatılıp demir süngüleri çekilmişti. Telaşlı anneler çocuklarını sokaklardan toplama derdinde bir o yana bir bu yana savruluyordu.
Sokakta sinirler gergindi. Patlama için küçük bir kıvılcım bekleniyordu adeta. Tüm bu yaşanan hengamelerin arasında bir kadın sakin ve kendinden emin adımlarla küçük bir oğlan çocuğunun elinden tutmuş yürüyordu. Dışarıda kalan tek tük insanın arasında kadın ve küçük çocuk, usulca göze batmadan ilerliyordu. Kadının dikkat çekici hiçbir özelliği yoktu. Kavruk bir teni, koyu renkli kaşları ve zekâ parıltısıyla ışıldayan gözleri vardı. Sivri çenesi başörtüsünün ardına saklanmıştı ve lacivert pardösüsü içerisinde çevik bedeni asla göze çarpmıyordu. Zaten kadının amacı da oydu. Caddede hızlı adımlarla yürürken kimsenin kendilerini fark etmesini istemiyordu. Yanındaki küçük çocukla beraber tamamen alelade bir görüntüsü vardı. Kadının daha hızlı yürümesi için eliyle çekiştirdiği çocuk ise sürekli mızmızlanıyordu. Serbest olan eline tutuşturulmuş olan şeker onu tatmin etmemişe benziyordu. Ara sıra ardına bakarak kadının elinden kurtulmaya çalışıyordu.
Fatma, yeğeninin elini daha sıkı tutmaya başladı. Çocuğun canını yaktığının farkındaydı ama onu şehrin dışındaki kendi evine götürmesi gerekiyordu. Buralarda işler karışacağa benziyordu. Çocuk ise anne ve babasından ayrılmış olmanın verdiği huzursuzluk içerisinde kıvranıyordu. Fatma eve sağ salim gitmek istiyorlarsa yeğeninin ona ayak uydurması gerektiğinin farkındaydı. Çocuğun dikkatini dağıtması gerekiyordu.
“Sana Abdullah amcanla nasıl tanıştığımızı anlatmamı ister misin?” diye sordu bir anda. Çocuğun yaşı itibariyle anlatacaklarını anlaması ihtimal dahilinde değildi ancak Fatma’nın aklına yeğenini oyalayabilecek başka bir hikâye gelmemişti. Üzüntüyle çatılmış kaşlarını yengesine doğru kaldıran çocuk başını evet anlamında salladı.
“Tamam bak şimdi, eski köyümüzde bizim aşkımız dillere destandı. Sen hatırlamazsın oraları şimdi. O köyde doğmuştun ama sen daha çok küçükken buraya yerleşmek zorunda kaldık. Çok badireler atlattık buralara gelirken.” Çocuk anlamaz gözlerle yengesine baktı. Evine gitmek istiyordu ve eli sımsıkı sıkılmaktan çok acıyordu.
“Tüm köy Abdullah’ın gönlünün bende olduğunu biliyordu. Görsen Abdullah amcan o zamanlar yiğit bir delikanlıydı tabii. Benim de onda gönlüm vardı. Babam en nihayetinde öğrendi Abdullah ile benim evlenmek istediğimizi. Ama hemen karşı çıktı buna. Dünyam başıma yıkılmıştı. İki yıl öncesinde en büyük ağabeyim ve ortanca ağabeyim şehit düşmüştü. Geriye bir tek ben ve küçük erkek kardeşim kalmıştık. Babam ikimizin de okumasını ve daha iyi bir hayat sürmemizi istiyordu. Oysa benim tek dileğim Abdullah ile evlenmekti. Babam birkaç yıl inat etti okumam için. Sonrasında kardeşim tıp fakültesini kazanınca vazgeçti artık inadından ve evlenmemize müsaade etti. Abdullah’ın ailesinin köydeki evlerinin arka bahçesinde küçük bir düğünümüz olmuştu.”
Labirenti andıran daracık yollarda hızla ilerlerken Fatma ileride polis kontrolünün olduğunu fark etti. Hiç istifini bozmadan sağ tarafa saptı. Yabancı birinin çok kolaylıkla kaybolabileceği bu sokakların her bir santimini Fatma avucunun içi gibi biliyordu. Bir bakıma bilmesi hayatta kalabilmesi için bir zorunluluktu. Hangi yolun en kestirme olduğu, hangisinin ne yöne çıkacağı, hangi sokakta kimlerin yaşadığı ezberindeydi. Sesinde hiçbir heyecan belirtisi göstermeden yeğenine anlattığı hikâyesine devam etti.
“Neyse ki önümüzdeki tüm engeller kalkmış ve Abdullah amcanla evlenebilmiştik. Abdullah’ın ailesinin evinin üst katına yerleşmiştik. Çok mutluyduk birbirimizle. Evliliğimizin birinci yılının sonunda hamile olduğumu öğrenmiştim. Ailemiz genişleyecekti. Abdullah ile isim tartışmasına girmiştik. İkimiz de doğacak bebeğimizin erkek olacağına neredeyse emindik. O dedesinin ismi olan İbrahim’i koymak istiyor ben ise Yusuf isminde diretiyordum. Tartışma bir nihayete varamayınca aman sağlıklı olsun gerisi mühim değil diyerek kapatıyorduk konuyu her seferinde. Bebeğimizi kucağıma alıncaya kadar bir karara varamamıştık. Güzel zamanlardı.”
Bir el silah sesi… Bu sefer yakınlardan gelmişti ses. Ardından koşuşturmalar ve belli belirsiz bağrışmalar işitildi. Fatma artık koşar adım gitmeye çalışıyor fakat peşinde süreklediği yavrucak ona yetişemiyordu. Bir yokuşa varmışlardı. Etrafında yeğenini taşımak için yardım isteyebileceği birilerini aradı. Kimseler yoktu. Civardaki evlerde ölüm sessizliği hakimdi. Çaresizce demir parmaklıklı pencerelere bakınıp birini bulmayı umdu Fatma. Ama bu çabası nafileydi. En sonunda yeğenini kucağına aldı ve yokuşu tırmanmaya koyuldu.
“Sonunda doğum gelip çatmış ve gerçekten de senin gibi tatlı mı tatlı bir erkek evladımız olmuştu. İsim konusunda hâlâ anlaşamamıştık. Ya da en azından ben öyle olduğumuzu sanıyordum. Doğumdan birkaç gün sonra Abdullah, yavrumuzun nüfus kâğıdıyla çıkagelmişti. İsmini Yusuf koymuştu. Şimdi seni kucağıma aldığım gibi Yusuf’umu da kucağıma alıp onu doyasıya öpüp koklamıştım.”
Yokuşun sonuna gelmişlerdi. Fatma hemen yeğenini kucağından indirdi. Kan ter içinde kalmıştı. Dizleri titriyordu ve soluklanmaya ihtiyacı vardı. Önlerinde dümdüz bir yol kalmıştı artık. Onu da aşarlarsa eve varmak için geriye az bir mesafeleri kalacaktı. Fatma yolun sonundaki polis barikatlarını fark edince büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Bu yol onun son çaresiydi. Ne yapacağını bilemez bir hâlde etrafına bakındı. Çocuk huzursuzlanmaya başlamıştı. Tam bu sırada soluklandıkları yolun karşısındaki evin perdesi bir saniyeliğine aralanmıştı. Fatma o eve doğru yanaştı. Bir karşılık bekleyerek pencereye doğru eğildi ve yardıma ihtiyacı olduğunu fısıldadı. Gergin bir bekleyişle geçen birkaç dakikanın ardından evin harabeye dönmüş ve boyası sökülmüş ahşap kapısı hafifçe aralandı. Yaşlı bir adam başını uzattı kapıdan. Fatma ve çocuğun perişan hâlini görünce eliyle gel işareti yaptı. Fatma yeğeninin elini tekrardan sıkıca kavradı ve tereddüt etmeden yaşlı adamın evine adımını attı. Kapıdan geçildiğinde civardaki her ev gibi burası da küçük bir avluya açılıyordu. Avlunun sol tarafında merdiven bulunurken sağ tarafta ise çamaşırlar asılıydı. Yaşlı adam çamaşırları elinin tersiyle kaldırıp evin diğer tarafındaki küçük bir oyuntuyu gösterdi. Karanlık delikten eğilerek geçilmesi gerekiyordu. Fatma yaşlı adama teşekkür ettikten sonra kendinden beklenilmeyecek bir çeviklikle önce yeğenini tünele soktu. Hemen ardından kendi de girerek hiç ses çıkarmadan ilerlediler. Başka bir yola geçmişlerdi bu sayede. Polisler henüz bu yolu kapatmamıştı. Fatma yeğeninin elini kavradı ve yola koyuldular.
Hızlı adımlarla yürürken çocuk meraklı gözlerle yengesine baktı. “Abdullah amca ve Yusuf nerede peki şimdi, neden ikisini de hiç görmedim?” diye sitem etti. Fatma’nın yüzüne gölge düştü. Gözünden akan bir damla yaşa engel olamamıştı. Kendini toparlayıp başı dik bir şekilde yola devam etti. 1994’te kocası Abdullah ve evladı Yusuf dahil 29 kişinin şehit edildiğini yeğenine şimdilik söylememeye karar verdi. Kudüs’ün dar sokaklarında koşar adım yürümeye devam ettiler.
.png)
_edited.png)