top of page

Utku'can Yazıcı

Limon

Adsız tasarım (9).png

1

İnsanlık tarihinde, mutlaka, “limon olmak” üzerine düşünmüş birileri vardır. Bu bir sarayın kralı da olabilir sokaktaki bir dilenci de olabilir. Alim de olabilir zalim de olabilir. Rock yıldızı da olabilir hükümetin adamı da olabilir. Manav da olabilir yeniçeri de olabilir. Turgut ise bir bankada memurdu. Bir pazartesi sabahı, üstelik her şey yolunda giderken, içine bir sıkıntı doldu. Düşündü, düşündü, yataktan kalktı, yatağa geri yattı, kalktı, oturdu, düşündü, geri yattı, kalktı kendini halıya attı biraz da halıda yattı. Halıdan kalktı mutfağa gitti. Buzdolabını açtı, kapattı. Geri açtı, canının isteyeceği bir şey bulamadı yine kapattı. Ocağın üzerinde dışı yağ bağlamış çaydanlığa su koydu. Çaydanlığın yağ bağlamasının manasını düşündü. Patates kızartmaları geldi aklına, düşünmekten vazgeçti. Gitti, geldi düşündü. Çaydanlığın altında yanan ateşe baktı. Ateş ilgisini çekmedi. Hafifçe elini değdirdi, sıcağı hissetti geri çekti elini. Yok, ateşle ilgilenmiyordu. Gitti, yüzünü yıkadı. Yüzünü yıkarken aynaya baktı. Aynaya su sıçradı. Eliyle sildi, iyice bok etti. İçindeki sıkıntıyı bir türlü geçiremedi. Su kaynamış. Çay koydu. Çaya su koydu. Suya çay koysaydı çayı yakmadan demleyecekti. Unuttu. Canı sıkıldı. Buzdolabını açtı tekrar. Kapattı tekrar. Çay demlenirken odasına gitti, yatağına baktı. Yatak ona baktı. İkisi de birbirinden perişandı. Yatağı toplamadan gardırobu açtı. En ütülü gömleğini aradı, buldu. Gömleği giydi, göbeği çıktı. Göbeğine baktı, umursamadı. Hiç bozulmamış kravatını aldı. Bağlamak zorunda olmamak içini rahatlattı. Kravatı taktı, pantolonu çekti. Gitti çaya baktı, demlenmiş. Geldi saate baktı, işe geç kalacak. Çayını içmeden çıktı. Her sabah tekrar ettiği çay demleme rutininin sadece iki ya da üçünde bir bardak çay içebiliyor fakat Allah’ın her sabahı mutlaka bir demlik çayı demlemeden evden ayrılmıyordu.  Ayşe’ye göre bu israftan başka bir şey değildi. “Ama sevgilim”, demişti, “evde çay demleniyorsa her şey yolunda demektir”. Ayşe, çay edebiyatı yaptığı için dalga geçmişti onunla; “Aynen”, demişti, “cebinde çay taşıyan adamdan zarar gelir mi hiç?” Turgut buna alınmamıştı. Ayşe’nin şakalarına alınmamayı öğrenmişti. Fakat onun için çay demlemenin manası bundan daha fazlaydı. İsraf denilen şey bir şeyden fayda sağlanamadan o şeyin kaybedilmesi ise israf olan çaydı fakat çay demlemek eylemi israf olmuyordu. Turgut için bir ritüel gibiydi çay demlemek. Hayatının en kötü zamanlarında kazanmıştı bu alışkanlığı. İşten mi ayrıldı, sevgilisi mi terk etti, en sevdiği bisküvi satıştan mı kaldırıldı; çay demliyordu ve yeni bir başlangıç noktası yaratıyordu hayatında. İçmek değildi mesele yoksa, mesele “Evet şimdi güne başlayabilirim” demekti ya da “hiç değilse çay demleyecek gücüm var” demekti. Turgut o günden sonra bir ay boyunca hiç çay demlemedi.

O pazartesi günü, sokaklar sıcaktan kavrulmuş ve tramvaya yetişmeye çalışırken kulağına bir ses ilişti. Evinin köşesini dönmüş, tramvayın yanındaki büfenin önünden geçiyordu. Bir seyyar satıcı  tezgaha tonla limon yığmış bağırıyordu: “Limonnnn limonnnn 5 tanesi 10 lira 5 tanesi 10 lira, evet efendim, limonn olmak isteyen buyrunnn!” . Turgut satıcının “limon almak” yerine “limon olmak” diyişine hafifçe güldü. Fakat böylece “limon olma” fikri de içine tohumlarını atmıştı çoktan. İçine yerleşen, içini kemiren bu düşünce işte bu kadar sıradan ve basit bir olaydan çıkmıştı. Tek harf ile Turgut hayatını değiştirecek o düşünceye kapıldı. Kendine bir aydır aynı şeyi soruyordu: “Limon olmak nasıl bir his?”. İşte o sabah içine dolan sıkıntı böylece boşaldı ve yerini taşarcasına bu düşünce doldurdu.

 

2

Limon olmak,limon olmak, limon olmak… Bir haftadır içini kemiren bu düşünceyi kimseye açamıyordu. İnsanlar en saçma şeyleri normalleştirdiklerinde rahatça bahsediyor fakat sizin için önemli bir mesele onlara saçma geliyorsa konuşamıyordunuz. Dünya üzerinde limon olmak hakkında düşünmek yaygınlaşsa kimse garipsemeyecekti. Turgut yalnızdı. İşiyle, sevgilisiyle, arkadaşlarıyla, ailesiyle yalnızdı. Kendisiyle yalnızdı. Her sabah kalktı, giyindi, işe gitti. Kimseye bu konudan bahsetmedi. Bu düşünceyi içinde bir yük gibi taşıdı. Bir gün bir rüya gördü. Gece üçtü. Dört olsa da fark etmezdi. Beş olsa belki farklı olurdu. Mutfaktaydı. Çaydanlığın önünde bekliyordu. Ocağın dört gözü de açıktı. Çaydanlık tam ortalarındaydı. Bekliyordu. Beklemek somutlaşmış içini sıkmaya başlamıştı. Çaydanlığın kulpu uzadı uzadı, boğazına kadar geldi ve boynuna dolandı. Hiçbir tepki vermedi. Çaydanlığın kulpu iyice sıkmaya başladı boğazını. Öylece durdu. Çaydanlık alev almaya başladı. O zaman boğazına sarılan kulpu tuttu ve çekmeden sadece tutarak bekledi. Kulp yumuşamaya başladı ve bir yılana dönüştü. Çekti kopardı yılanı boğazından. İki elinde bölünmüş yılana baktı. Çaydanlık iyice tutuşmuş, kapkara olmuştu. İki elinde bölünmüş yılanı birleştirmeye çalıştı, başarısız oldu. Çaydanlığa baktı ve çaydanlığın olması gereken yerde bir limon gördü. Ellerine baktı tekrar, iki elinde iki limon tutuyordu. O zaman korktu ve bağırmaya çalıştı. Bağırmaya çalıştıkça limonlar büyüdü. Boğazında bir yumru gibi oturmuş limon tadı hissetti. Kusacak gibi oldu. Kusmayı denedi ve başardı. Durmadan limon çıkıyordu ağzından. Mutfağın her yeri limon olana kadar kustu. Birden yataktan fırladı. Ter içinde kalmıştı. Kalktı, salona geçti. Sehpanın üzerindeki bir bardak suyu içti. Durdu. Saate baktı. Saat üçü iki geçiyordu, üç geçseydi de fark etmezdi. Ayşe’yi arayıp düşüncesini paylaşmaya karar verdi. Saat umrunda değildi. Aradı ve konuştu. Ayşe ile böyle ayrıldılar. Çaydanlığa bakmak istiyordu ama cesaret edemiyordu. Geri yattı.

 

3

Ertesi gün aklında tek düşünce vardı. Ayşe’yi hiç düşünmedi.

 

4

Bir haftasonuydu. Akşam vaktiydi. Bir kafenin en köşe masalarından birinde dört arkadaştılar. Birisi Turgut. Borsadan, futboldan, ekonomiden, eski sevgililerden konuşuluyordu. Ara sıra bir komedi dizisinin replikleri söyleniyor ve gülüyorlardı. Turgut dinliyordu. Bazen de dinliyormuş gibi yapıyor, içindeki “limon olmak” fikrine kapılıp sohbetten uzaklaşıyordu. Arkadaşları Turgut’u sıkıcı bulurdu. Turgut genelde dinlerdi. Nadiren bir iki kelime eder, sohbete dahil olduğunu belli ederdi. Turgut sohbeti dinleyerek dengeliyordu. Belki bu yüzden arkadaşlıkları hala devam ediyordu. Turgut öyle insan arayan tiplerden değildi. Fakat bazen yalnızlığı dağıtmak için birkaç arkadaş iyidir. Turgut için arkadaşları iyiydi. “İyi” olarak tanımlıyordu bunu. Yeterliydi.  Turgut muhabbetten sıkılmıştı. Turgut çok az sıkılırdı. Ne anlatılırsa anlatılsın dinlerdi. Sıkıcı kavramı, ya da saçma kavramı Turgut için pek bir şey ifade etmiyordu.  O an sıkılmıştı işte. Eve dönmek ve kendi derin düşüncelerine, hayır sadece o tek ve özgün düşüncesine, dalıp gitmek istiyordu. Bazen bir şeyi düşünmeniz gerekir ama yanlış yerdesinizdir. Sanki orada düşünmeye başlasanız o düşünceye hakkını veremeyeceğinizi düşünürsünüz. Bir şeyler mutlaka o düşünceye müdahil olur. Düşünce kirlenmiştir. Artık yalnız kaldığınızda o düşünceye karşı mahçup hissedersiniz. İnsan bazen kendisinden özür diler ve bu böyle bir andır. Turgut yanlış yerdeydi. Fakat “limon olmak” düşüncesi çok kuvvetliydi. Sanki Turgut düşüncenin düşüncesi olmuştu. Arkadaşlarının konuşmalarına bakacak olursa hiç değilse bu daha eğlenceli bir sohbet konusuydu. Acaba söylemeli miydi? İnsan “acaba” derse o “acaba” büyür, büyür ve büyür. Sonra “acaba”nın doğma vakti gelir ve gerçek olur. Turgut doğurmak istedi. O sırada masadan “Turgut sen ne düşünüyorsun bu konuda?” cümlesi geldi. Bu Kerim’di. “Ooo Turgut hiç burada değil ki” geldi ardından. Bu Hasan’dı. Diğeri güldü. Bu Ceren’di. Arkadaşlarının ismi vardı. Turgut’un düşüncesi vardı. İsimler Turgut’un düşüncesine karıştı. Cümleler doğum için son nefes alışverişi oldu. Derin bir nefes al. Ve konuş. Konuştu. “Limon olmak hakkında düşünüyorum” dedi, “bu konu hakkında hiç düşünmüş müydünüz?”. Çok küçük bir sessizlik oldu. Kimse gülmedi. Ceren hafifçe tebessüm etti. Turgut bir cevap bekledi. Masadan “bu arada…” diye bir cümle geldi. Bu Hasan’dı. Kerim olsa da fark etmezdi. Muhabbet aktı. Turgut durdu. Turgut sonsuza kadar durabilirdi fakat o an orada duramazdı. Müsaade istedi ve kalkıp dışarı çıktı. Turgut’u boğan, içine çeken düşünce diğer insanlar için mühim değildi. Diğer insanlar üç kişiydi. Ayşe ile dört. Ayşe sayılmazdı. O hiç değilse bir tepki vermişti. Düşündü. “Arkadaşlar iyidir” dedi kendi kendine “fakat ‘iyi’ yetmiyor”. Arkadaşları ile bir daha görüşmemeye karar verdi. Eve döndü ve salondaki kanepeye kurulup düşünmenin tadını çıkardı. İnsanlar. İnsanlar vardı. Bunu görecekti.

 

5

“Ne bu Turgut’un hali” dedi Filiz, “işe her gün geç gelmeye başladı.”

“Sadece geç gelse iyi” dedi Aynur, “geçen bir müşterinin hesabını yanlış yaptı, yarım saat biz uğraştık”

“Savsaklıyor işleri böyle gitmez ama…”

“Bir haller, bir tavırlar çok değişti.”

“Canım ben geçen, dün müydü yok ondan önceki gün aman neyse, geçen Ayşe ile konuştum.”

“Ayşe kim?”

“Sevgilisi, yani sevgilisiydi”

“Ne diyor peki?”

“Bölmezsen anlatacağım.”

“Tamam şekerim merak ettim sadece. Var mı bildiği bir şey?”

“Turgut bir gece aramış, ‘limon olmak’ falan bir şeyler anlatmış. Saatlerce kavga ettik, dedi. İyice kafayı yemiş.”

“Çok da sessiz bir adam, hiç böyle huyları yok gibi duruyor.”

“Sessiz olandan korkacaksın.”

“Ama bir şey diyeyim mi? Böyle devam ederse üç güne kalmaz kovulur.”

“Canım bizim patronu bilmiyor musun? Paradan kafasını kaldırıp burnunun ucunu görmez. Böyle giderse daha çok işimiz var Turgut’la”

“Biz de gösteriririz şekerim burnunun ucunu.”

Gülüştüler.

“Birlikte konuşuruz o zaman. Sen alttan ben üstten bastırırız. Üç gün diyorum.”

“Bence yine de iki haftası var. Uyarmadan kovmaz kimseyi bu herif.”

“Göreceğiz.”

Bir haftanın sonunda Turgut işsizdi.

 

6

Turgut’un içine kapanık hali gittikçe artıyor, iş harici evden çıkmayı canı istemiyordu. “Limon olmak” fikri onun için bir kafese dönüşmüş ve kendi elleri ile bu kafese kilit vurmuştu. Daha az yiyor, daha az uyuyordu. İştekilerin ona bakışlarının tuhaflaştığını fark etmiş, hatta arkasından konuşulanları az çok duyar olmuştu. O gün patronu onu yanına çağırdığında söyleyeceklerini az çok biliyordu. Patronu “işe geç kalmalar, yaşanan aksaklıklar” hakkında konuşurken çok da umursamadı. Fakat uzun bir uyarıdan sonra patronu ona kendi deyimi ile “limon meselesi”ni sorunca afalladı. Demek insanlar ne düşündüğünü biliyordu. Tabi bileceklerdi. Ne sanıyordu? Bir şeyi bu kadar çok düşünürseniz insanlar mutlaka bir şekilde duyarlardı. Ya da Ayşe Filiz’e anlatmıştır, diye düşündü. Oysa o ikisinin o kadar çok konuşmadıklarını sanıyordu. Acaba daha kimler düşüncesinden haberdar olmuştu. İnsanların hakkında düşündükleri önemli değildi. “Limon olma” düşüncesinin hafife alınmasına katlanamıyordu. Bu düşünce onun için çok değerli hale gelmişti. Bütün vaktini onunla geçiriyordu. Hayat arkadaşı olmuştu. Patronu konuyu açınca istifa etmenin en doğrusu olacağına karar verdi. Patronun canına minnetti. Turgut böylece işten ayrıldı. Yine de mesai bitimine kadar eksik işlerini halledecek mesleki ahlaka sahip olduğu için işten tam saatinde çıktı. İnsan diğer insanların ona deli gözüyle bakmasından rahatsız olmuyordu da “işleri yarım bıraktı gitti” demesinden çekiniyordu. “Aman ayıp olmasın” her yerimize sinmiş gibiydi. Turgut Karaköy’deki banka binasından ayrılmış ve Eminönü’ne kadar yürüyüp tramvaya oradan binmek üzere yola çıkmıştı. Uzun zamandır işten çıkar çıkmaz tramvaya atıyordu kendisini. O gün biraz olsun yürümek istemişti. Kendini bu kadarcık olsun şımartabilirdi. Galata Köprüsü’nün başında limon satan bir adam gördü. “Limon olmak” üzerine bu kadar düşünen Turgut, uzun zamandır eline hiç limon almadığını fark etti. Limon görmek dahi istemiyordu aslında. Düşüncesindeki “limon”u seviyordu çünkü o limon “olmak” fikri ile vardı. Her an başka bir şekilde bir limon hayal edebilirdi. Her şeyi ve herkesi kafasında bir limona çevirebilirdi. Yine de limon alıp evde onu incelemek düşüncesine yardımcı olabilirdi. Limon satan adamın yanına gitti ve beş tane limon istedi. Bir tane istese niyeti açığa çıkacak diye çekiniyordu. Buradan alıp eve kadar taşımak iş miydi? Fakat yolda fikrinden vazgeçmek istemiyordu. Tabi bir poşet limonu çöpe atmak o kadar olmayacak bir şey değildi ama limonları çöpe atma fikri hiç hoşuna gitmeyecekti, biliyordu. O yüzden kararlı bir şekilde bir poşet limonu aldı ve yürümeye devam etti. Balıkçılar gördü. Sıra sıra dizilmiş balıkçılar. Yanlarında kovalar.  Kovaların içinde balıklar. Oltalar. Oltaların ucunda diğer balıklar. Kovalarda yüzen, çırpınan balıklar. Ölüm. Her gün insanlar geçiyordu bu köprüden, her gün balıklar ölüyordu. Ölüm köprüsüydü bu köprü. Seyirlik bir ölümdü.  Bir balıkçıdaki ölü balıklar ile kovada ölmeyi bekleyen balıklar arasındaki çizgi “beklemek”ti. “Ölmek” ile “ölmeyi beklemek” arasında uçurum vardı. İkincisi işkence olmalıydı. Oysa denizde ölmeyi beklemek ile kovada ölmeyi beklemek arasında ne gibi bir fark olabilirdi. İnsanlar her an ölmeyi bekliyordu ve beklemek insanı öldürüyordu. Turgut “limon olmak” hakkında düşünürken bunları görmedi. Balık kokusundan nefret ettiğini düşündü. Düşüncesi arasından bir limon belirdi ve düşüncesini engelledi. “Evi satmalı”, diyordu. “Biraz da birikmişim var. Giderim bu şehirden. Bir süre sessizce yaşarım tanıdık kimsenin olmadığı küçük bir kasabada. Rahatça düşünürüm. Yine duyulursa düşüncem. Köyün delisi gibi yaşarım o zaman. Kim bilecek?” tebessüm etti. Taşınma fikri hoşuna gitmişti. Eminönü’ne geldi. Tramvay karşısındaydı. Karşıdan karşıya geçmek için insanların arasında beklemeye başladı. Balık gibiydi insanların her biri. Sürekli bir şeyler bekliyorlardı. Neticede bekledikleri şey aynıydı. Kırmızı ışık bir türlü yanmıyordu. Bazıları bir yolunu bulup geçiyordu karşıya. Diğerleri onları kınar gibi, ama içten içe kıskanarak bakıyordu. Turgut düşüncesine dalmıştı. O an karşıya geçenlerden birini fark etti ve yola doğru yürüdü. Fren sesi. Tek bir “güm!”.  Kırılma, kırılma, kırılma… zamanda ve mekanda kırılma. En çok kemikte kırılma. Cansız bir nesne gibi yere düşüş. İnsan bağırışları. Gürültü. Turgut sesler ile görüyor yalnızca zemine bakabiliyordu. Kalkmayı denedi, ama kıpırdayamadı. Acı hissetti. Zeminde az ileride ezilmiş beş tane limon gördü. Kafasının kanadığını hissetmedi ancak zeminde kıvrılarak akan kanı görünce kanadığını anlayabildi. Kan uzadı, yol oldu. Kan, ezilmiş limonlara değince limonların akan suyuna karıştı. Turgut kendi kendine “Ha insan ha limon” diye fısıldadı “ikisi de sonunda limonata oluyor”. Belli belirsiz gülümsedi. Kimse görmedi bu gülümsemeyi. Görseydi de fark etmezdi. Eve gidince bir demlik çay demleyip içeceğim, diye düşündü. Taşınma işi bekleyebilirdi.

©2023, Gargoyle Dergi

bottom of page