top of page

Selcan Kırnal

Sen Yorulma Hayatım

Adsız tasarım (1).png

Hayatımın artık  bana ait olmadığını, gözüm bir Basquiat tablosuna takılı kalmışken fark etmem, anlamlı  olmalı. An, örüntü, uyanış.

Midemden yemek boruma yükselen su.  İçimin kıyılması. Birazdan bayılacağım hissi. Rennie’m nerede benim?

Her şey ağırlaşıyor, ritim  bulanıklaşıyor ve kadınların  ağzı büyüyor. Küçük bir kız çocuğuyken  yaptığım gibi kendi etrafımda dakikalarca dönmüşüm, dönmüşüm, dönmüşüm. Ben durunca her şey hareket etmeye başlamış. Lunaparktaki balerin, hayvanat bahçesindeki  bir ayağı zincirli fil.

Düşüncelerim kafamı yarıp dışarı çıkacak gibi. İnsanların yüzlerine bulaşmış beyin parçaları. Tam da kahkaha atarken ağızlarında beliren kanın tadı.

Böyle olacağı belliydi. Cumartesi sabahı caddede yürürken çöpe atılmış bir çelenk görmüş, inceden huzursuzlanmıştım.  Eve döndüğümde, biz neden götümüze yapışan bu iğrenç deri koltuklarda oturuyoruz, diye sessizce sorgulayacaktım ki Selim elinde cold brew’la çıkageldi.

“Sen şimdi yorulma hayatım, temizliği yarın hallederiz”

Tabii, temizlik şirketinden çağıracağın üç-beş kişi halleder sevgili kocacığım.

TLC izleyerek uyuyakaldığımız birbirinin benzeri günler.  Eskiden televizyonum bile yoktu benim.

Hem kim böyle ruhani (!) bir salonun duvarlarını  bu resimlerle doldurur ki? O kocaman sarı dişler, ürtütücü çizgiler.  Hepsi tenimdem birer ısırık alacak gibi.  Spor salonu için ne falsolu bir seçim.

Solucan deliği, beni bul, gidelim buralardan.

Kahkaha yogasının ortasında neden ağlama krizine girip kendimi hışımla sokağa  attığımı Yosun hocaya sonra açıklarım.

 Hava mis, bulutsuz ve serin.

Herkes hep bir ağızdan “Dont Worry Be Happy” söylemiş de ben müziğin sesini hiç kısmamışım gibi hissediyorum. Ya da etrafımdaki herkes "Stayin’ Alive" eşliğinde dans ederek geçmiş yanımdan. La la Land.

Sesle ilişkimiz ne tuhaf. Bir dağ başındasın, avazın çıktığı kadar bağırıyorsun, ardından yankını duyuyorsun. Birden her şey uzaklaşıyor. Biraz önce bağıran sen değilmişsin gibi. Başka biri seni taklit ediyormuş gibi. O birkaç saniyede aradan asırlar geçmiş, dünya bu zamana kadar senin söylediğin her şeyi kaydetmiş, herhangi bir gelecekte boşluğa salmış, duy beni artık, dermiş gibi.  Tepenin ardında yasımanın yansıması. Bir engele çarpıp çarpıp gerçeğine dönüyor. Her yanın ses dalgaları. Bir görünmezliğin peşinde kendi sırrını arıyorsun, kendi hakikatini. İlk halini. Düşünsene, kafayı yersin. Gerçek: Boş uzayda sesler duyulamaz.

Şimdi bağırsam, kendi sesim bana gerçekleri daha net mi gösterir yoksa olaya iyice yabancılaşır mıyım.

Aynı karahindibayı üfleyen iki  liseli genç.  Kız utanarak kafasını önüne eğmiş, çocuk ona muzip muzip bakıyor. İçim açıldı. Kaldı mı böyle şeyler. Saçmalama.  Dracula bile. “Love never dies.”

Basquiat gibi Francesco Clemente’den de nefret ediyorum. Evimin salonunda her gün bunlarla karlılaşmam, tam bir facia.

Sen neden Selim’in yanında çalışıyorsun bunca zamandır.  Bir e- ticaret sitesi kurarak kendi tasarladığı bez çantaları satmak isteyen o grafik tasarımcı kadına ne oldu.  Riga ve  Zagreb’i dolaşacaktın sırtnda çantayla.  Şimdi mi, euro bu haldeyken. Konfor alanı.

Nisan Özbıçakçı Hatemi. Yaz tatillerini kayınvalidenin yanında geçirmeyi hayal etmiyordun herhalde. Çocuklarına, onları zehirleyecek derecede düşkün “Nesrin Anne.” Ben torunuma bakarım, Selim’le ben konuşurum, mutfağı ben yerleştiririm, yemeği ben yaparım, sen yorulma Nisan, bütün gün iştesin zaten. Çok düşüncelidir kendileri, kıyamam.  Blair cadısı.

Bazen kendimi Kassandra gibi hissediyorum.  Kimseyi inandıramıyorum onun kötücül tarafları olduğuna.  Kayınpederim öldüğünden beri Melodi’ye bakıcılık yaptığı için de çok ses çıkaramıyorum yaptıklarına.  Hayatsız kaldı ya, çevresinde kendisine tapacak kimse yok ya, nasıl da yavaş yavaş sızdı evimize. Ee, hayatın bir İspanyol psikolojik- gerilim filmin dönmüş be Nisan. Ha.Ha.Ha. Kestik.

Şurayı bir speed-date mekanı yapma fikri, çık aklımdan. Kendi tasarladığım bardaklar, tabaklar, duvar yazıları. Ispanaklı kişler, yaban mersinli natalar, bambu pipetler,  likörlü kahveler.  Ya da çıkma aklımdan. İkna ol Mimar Selim Hatemi.

Sevgili Nisan;

Şimdi, CKM Sineması’na gidiyorsun. Barbie’ye bir bilet alıyorsun.  Tamam Barbie yıllarca tek tip güzellik algısının oluşmasına hizmet etti, tamam marka kendini aklama çabasında, tamam Greta Gerwig yeterince feminist  değil ama biraz kafa dağıtmak  istiyorsun. Ryan Gosling’i seversin. Margot Robbie’ye bayılırsın.  Ama dur, önce kendine  şöyle bol kremalı bir içecek  ısmarla. Çünkü Selim karton bardaktan nefret eder ve siz ikiniz elinizde bardaklarla keyif yapamadınız hiç.

Hayır, Selim bir doğa aktivisti değil. 

Yürürken bütün hayatım gözümün önünden geçmez umarım çünkü oturup yapamadılarıma ağlamam çook uzun sürer. Mahvolmuş 12 yılıma zırlamam için çok elverişli kaldırımlar görüyor Elf gözlerim.

Dün Selim’in iş arkadaşları geldi evimize. Sen yorulma hayatım, dedi. Çin yemeği söyleriz  dışarıdan. Benim yemeklerimi fazla alaturka buluyor ana-oğul, eminim. Sevgili eşim, eski şirketine yaptığım sürpriz bir ziyarette yanımda götürdüğüm mercimek köftelerini  diğerlerinden nasıl saklayacağını şaşırmıştı. Bildiğin paniklemişti adam. Kalabalık bir arkadaş grubuyla gittiğimiz bir restorandaysa, ben daha QR kodu okutmaya çalışırken o ahtapotlu salata söylemişti ikimize de.  Herkes ağzında lokmasını çiğnerken ben çatalı havaya kaldırmış, biliyor musun Selim, ahtapotların üç kalbi, dokuz beyni varmış, bizim öğünümüz olmak için fazla muhteşemler, dedikten sonra koşa koşa kusmaya gitmiştim. Döndüğümdeyse Selim arkadaşlarına abartılı hareketlerle eğlenceli bir şeyler anlatıyor, adeta karısının rezilliğini affettirmeye çalışıyordu. Sandalyeme otururken bana buzlu-lime limonlu bakışını attı. Elimi canımı acıtacak derecede sıktı, Nisan antin kuntin şeyleri aklında tutmaya bayılır, dimi hayatım, diyip yanağımdan öptü. O an  Selim’in içinden ucu ters V şeklinde upuzun bir dil çıkacak, kulağımı yaladıktan sonra bütün boynumu saracak ve beni oracıkta nefesiz bırakacak sanmıştım. Nasıl da özür dilemedim ama o ikiyüzlü samimiyetsizlerden. Keyiflerini kaçırdım, oooooh!  Bellek, oyun, hatırlamak.

Burnumun ucu kremaya bulanmışken sahici bir kahkaha patlattığım için nedamet getirmiyorum hayatım(!)

Biricik kedimizi sokaktan bulduğuna da ikna etti beni kocacığım.  Evden atılmış Scottish Fold.  Yazlıkta bulduğumuz  o sevimli tekirin ne suçu vardı. Onu sahiplenmemek için atılmış bin takla, uydurulmuş bir alerji ve yalandan hapşuruklar.

O zaman ona inandım mı, inanmış gibi mi yaptım, böylesi mi işime geldi? Bunun yanıtı beni korkutabilir, şimdilik geçelim.

8 yaşındaki kızımın bile yargılayıcı bakışlarını yakalıyorum bazen.  Küçük  Blair Waldorf.  Elbisesinin ucunu tutup masaya otururuken yüzünde oluşan o ifade, küçümseyici ve büzüşmüş dudaklar.  Babaannesi ile fısıldaşmaları. Babasıyla oyun oynarken bana dikilen alaycı gözleri. Prenses tacı takılmış başını hiçbir durumda yere eğmeyişi. Arkadaşlarının kaba davranışları karşısında hep soğukkanlı oluşu, onu bir kere bile ağlarken görmemiş olmam. Dehşet.  Korku. Pedagog tavsiyeleri.

Kablolu kulaklığımla  doya doya Kylie Minoguge dinleme keyfi. Evet kablolu. Selim görse baygınlık geçirebilir.

Her yerden kuşatılmışsın. Dayanabilirsen dayan Nisan Özbıçakçı Hatemi. Ya da film çıkışı valizini hazırlamaya başla.

Şimdilik iyi seyirler.

©2023, Gargoyle Dergi

bottom of page