Aslıhan Acartürk
Temel İçgüdü

Gezginler ölüme tutkun olurlardı. Hem de nasıl tutkun… İstatistiklere göre en erken onlar ölürlerdi, sonucunu bilseler de dayanamaz maceralarını anlatırlardı, nasıl hissettirdiğini…
Anlatmak, sırların yaşam olduğu dünyada intihara giden cezbedici bir yoldu. Çiçeklerle döşenmiş haz yolculuğunda ölüme son birkaç kelimenin kaldığı o yol…
Paylaşmanın keyfi yolculuğun bitişinden daha değerli olabilir miydi?
Her insan üç hakla doğuyordu. Hislerini ve düşüncelerini paylaştığı üçüncü anında kalbi dururdu. Toplumun alışamayacağı hiçbir değişimin olmadığı, yüzyıllar önce başlayan bu salgınla kanıtlanmıştı.
Mekin yetim kalan neredeyse her çocuk gibi ailesini bu yüzden kaybetmişti. Gezginler gibi ölümü göze alıp televizyonlara çıkmamışlardı bile. Annesi Mekin bir kez düştüğünde onu nasıl korkuttuğunu söylemişti. Bir kez de babasına onu ne kadar sevdiğini. Son hakkında ise kazara bir komşusuyla konuşup ölenlerden olmuştu.
Böylece Mekin’in inadı başladı.
En uzun yaşayan insan o olacaktı. İsmini bile kendine sakladı. Böylece onu hep görenler Fedim ismini taktılar. Gerekli olmasa bile suskunluk yeminini kimliğini bile gizleyerek sürdürecek ve yanlışlıkla dahi olsa riske girmeyecekti.
Tek tanışıklığı havadan sudan konuştuğu Kelam’la vardı. O da sakince yaşayıp gitmişti otuz yıllık hayatını. Sadece bir kez kendini anlatmıştı. Hayatını kurtardığı küçük çocuktan bahsetmişti. Bu büyük bir başarıydı. Hiç bu konuda konuşamamış olsalar da Mekin’in tersine Kelam gezginlere hayranlık duyardı. Üç deneyim anlatıp ölen ve yüzlerce diğer gezginle insanlara diyarları anlatan bu insanlar diğerlerinden daha anlamlı yaşar gibilerdi. Hiçbir şey söylemeyerek yaşamaya çalışmak yerine (ki genelde kazara saçmasapansebeplerle ölürler) söyleyeceklerini üç şeye indirip en değerlisini anlatırlardı.
Bir de romantikler vardı. Mekin’in annesi gibi olanlar. Duygularını anlatıp ölüme yaklaşanlar ne gibi bir kendini kaybetmişlikteydi, Mekin hiç anlamazdı.
Kelam ayrı bir dertli görünüyordu o gün barda oturduklarında. Birer bira söyleyip yağmur yağdığından bahsetmişlerdi ki Kelam kararsızlığını yener gibi oldu.
“Hiç acı çektin mi?”, dedi pat diye, “Giden birini özledin mi?”
Mekin neyse ki bu tuzaklara düşmeyecek kadar akıllıydı. Tenteye vuran yağmur damlaları Kelam’ın gözlerinde belirmiş, tehlike çanlarını vurgular gibiydi.
“İçki içme bugün.” dedi arkadaşını uyarır gibi. Duygusal düşünceleri anlatmak en tehlikeli ölüm yoluydu. Tek seferde üç hakkını yitirip göçenler çoktu.
“Fedik bıraktı beni. Sevdiğimi söylemediğimden boşuna söylemiş olmuş, ömründen bana boşuna vermiş.”
Ne kadar aptalca diye düşündü Mekin. Bu gösterişli fedakârlıklara gerek var mıydı gerçekten? Arkadaşı ne kadar üzülse de doğruyu yapmıştı ve hayatını daha güvenli yaşıyordu. Mekin gibi uzak durmalıydı her türlü riskten. Geç bile kalmıştı.
Geçen hafta Mekin babasının ölüm haberini almıştı. Bu olaydan sonra uzak olduğu babası değil de annesi aklına gelmişti. Az kalsın teyzesine onu ne kadar özlediğini söyleyecekti. Ucuz yırtmıştı. Kendi yaşında henüz sır vermeden yaşayan öyle az insan vardı ki… Bilinmemek en büyük arzusuydu. O yüzden Kelam’ı susturdu. O esnada sokakta gezinen Avare Cenat’ın sesini duydular. Yine neler zırvalayacak diye düşündü Mekin.
“Demiş ki Simone De Beauvoir: kendini tanıma bilgi değil kişinin kendisi hakkında anlattığı bir hikayedir. Güzel demiş. Ama kendine mi anlatır? Öyle tanınmaz ki.”
Mekin başını iki yana salladı. “Böyle giderse anlattıklarından biri yüzünden ölecek. Şanslı gitti.” İnsanların övünmek için bile konuşamadığı bu dünyada kibir yoktu artık. Başkasıyla paylaşamadıktan sonra yapılanlar önemsizleşmişti. İnsanlar otuzlu yaşlarının ortasına kadar yaşamakla yetiniyordu.
En büyük kibri kendinde görürdü Mekin. Tanrı ile iddialaşmıştı. Kazanıyordu da.
Ertesi gün Kelam’ın cenaze haberini aldı.Fadik de oradaydı. Mekin kısa süre kalıp giderken Fadik’in hâli de iyi olmadığından çok ömrü kalmadığını düşündü. Onlar da aptallardandı meğer.
Kendini kimseye tanıtmakla uğraşmadı.
Tek arkadaşını kaybedince iyice çekildi kabuğuna.
Saçları beyazladıkça ünlendi. Hiçbir tebriği kabul etmediği gibi jaluzilerini kapattı.
Yetmişinci yaşını hastanede geçirdi Mekin. Meraklı gözler kapının ardından ona bakar, şaşkınlıkla yaşlanmanın ne olduğuna şahitlik ederlerdi. Elinin üzerindeki damar yolu açılırken canı çok yanmıştı. Hemşire gelip onu her kontrol ederken dudakları söylemek için aralanır, aynı şekilde kapanırdı. Bedeninin yorgunluğu ve ağrıları arttıkça ısrarla tutunduğu hayatın pek de çekilir yanı kalmamıştı. Sorguladı Mekin. Hayata üstün gelmiş, ölüme kafa tutmuştu. Tanrı'nın gücüyle alay etmiş bile sayılabilirdi. Yine de bana geleceksin dedi Tanrı zihninde. Acı çekmeye dayanabilirse girdiği iddiayı kazanacaktı ama. Kendi şartlarıyla gidecekti.
Ölenleri aklına getirip günlerce sabretmeye devam etti. Ne acısını paylaşarak ölecekti ne de kendini övmenin hazzıyla. “Değer miydi?” diye tekrar tekrar düşünürken karnına saplanan sancılar onu birkaç günün sonunda pes etmeye götürdü. Serumunu değiştiren hemşire kıza baktı. Gözleri yaşlıydı. Bir eli kızın kolunda durdu.
“Benim adım Mekin.” dedi yutkunarak. “Adımı aslında çok severim. Annemi çok özledim.”
Kız anlamış gibi durup bekledi. Mekin kaygılı gözlerle hastane odasına bakındı. Uzun uzun düşündü. Son cümlelerinin bu ömrü yaşadığına değer olmasını istedi. Tedirgin parmakları titriyor, gözlerinde asılı duran nem kirpikleriyle kırpışıyordu. Uzun bir sorgulayış,nihayetinde onu farkındalığa götürdü. Son kez sıkıca tuttu kızın kolunu.
“İğne elimi acıtıyor.”
.png)
_edited.png)