top of page

Tuğçe Arı

Kimin Sesine Karışacak Sesin 

Adsız tasarım (11).png

Öylesine sessiz bir yerdeyim ki ağaçların da konuştuğuna iknayım artık. Eric Rohmer’ın izlediğim ilk filminde mavi saat olarak adlandırılan bir zamandan bahsediliyordu. Gecenin gündüze devri daim ettiği kısacık bir an bütün evren sessizleşir ve değişime teslim olur. Bu mavi saat filmde şafak vaktine yakın bir anda gerçekleşiyordu. Ama şu an benim nefes aldığım yerde her anın bu sessizlikte olduğunu söyleyebilirim. Yalnızca bazı geceler aşık birkaç kişi bir arabaya doluşup karşıdaki dağlara çıkıyor, radyodan herhangi bir arabesk şarkı açıp bağıra bağıra söylüyor. Onların belki de ölmeyi istedikleri o anlarda ben yaşadığımı hissediyorum. Yine o aşıkların toplaşıp ağladığı günlerden birindeyim. Pencereyi biraz daha açıp seçtikleri şarkıdan yaşadıkları hikayeyi tahmin etmeye çalışıyorum. Sesi biraz daha açsalar işim kolaylaşacak ama şarkıların duyduğum kısımlarından hangi şarkı olduğunu bulabilecek kadar güçlü bir arabesk kültürüm var. Bu oyunu ilk oynadığımda yaşımın kaç olduğunu hatırlamıyorum fakat mevsimden ve o akşam yediğim yemekten eminim. En uzun kış ve patlıcan tavası.

Evimizde televizyonumuz da olmasına rağmen hatırı sayılır bir büyüklükte olup vitrinin en orta yerinde bulunan ve anılarımda televizyondan çok daha fazla yer kaplayan kahverengi bir radyomuz vardı.

Şimdi şimdi nedenini anlıyorum. Yaşadıklarımın artık anılaşacak kadar farkına varmaya başladığım zamanlarda evimizde televizyon yerine radyo tercih ediliyordu. Bir ölünün olduğu evde kaç ay televizyon açılmaz bilmiyorum ama aylardan aralık ve en nefret ettiğim yemeğin patlıcan tavası olduğundan emindim. Babam geceleri çalışıp gündüzleri eve gelir odaya girdiği an gözlerini bana değdirir, benim ona bakınca gülmeye meylettiğimi fark etmeyecek kadar büyük bir hızla bakışlarını başka bir yöne çevirip radyoya doğru yürürdü. Vitrinin alt kısmındaki kahverengi dolaplarda birbirinden farklı kapakları olan kasetler bulunuyordu. Çoğunun üstünde parlak renkli gömlekleri olan adamlar vardı. Kimi oturur vaziyette, kimi ayakta, kiminin eli yüzünü hafifçe tutmuş, hepsinde aynı yüz ifadesi. Babamın her sabah bana baktığında yüzünde gördüğüm, mahallede oyun oynarken başımı okşayan komşularda gördüğüm o ifade. Benden uzun insanlar dünyaya böyle bakıyordu o halde. Üzerinde fotoğraf olmayan kasetler de vardı, beyaz şerit şerit kesilmiş kağıtların üzerine birkaç harf yazmış sonra da onları bantla kasede yapıştırmışlardı. Onları sepete simetrik bir şekilde yerleştirip tekrar bozmak, babama bakmak, babamın simetrisini yeni oluşturduğum bir kaseti alması hayatımızın simetrisini bozduğunu düşünmesi, o kasette çok iyi bildiğim bir sesin şarkıya başlaması.

“ben ne yaptım kader sana, mahkum etti, beni bana”

-Ne lan bu her gece her gece, dünyanın bütün dertlerini bu puştlar çekiyor sanki. Altlarına almışlar kırmızı bir Toros; Kerem’ini, Ferhat’ını, ecdadını bunların. Yeter ulan siktirin gidin artık.

Üst kat komşum Cemil’in huzursuz dünyası yaydığı homurtuyla odama girmeye yeltendi penceremi kapatmaya uzandım.

“tanrım kötü kullarını sen affetsen ben affetmem”

Bu gece Cemil yüzünden oyunum kısa sürmüştü ama bu kısa sürede arabadakilerin derdinin aşk değil, uzak bir yerde artık sesini dahi hatırlayamayacakları herhangi olmayan bir şeye duydukları özlem olduğunu anlamıştım. Seçtikleri şarkılarda yas bitmişti, kurutan bir özlem kalmıştı geriye.

Pikenin altından çıkardığım ayaklarım terliklerimi aradı bir bardak su içmeye kalktım, bardağın boş olduğunu görünce ayaklarımı tekrar pikenin altına çektim, parmaklarımın soğukluğunu bacaklarımın sıcaklığıyla nötrlemeye çalışıp uyumayı denedim.

Babam gündüzleri uyur geceleri çalışırdı. Onun gündüzleri gördüğü kabusları ben geceleri yaşardım. Bazen ikindi vakti gibi birden uyanır yeniden kaset seçerdi. Sanki uyanık olduğunu teyit etmek ister gibi son sese getirir başında otururdu. Bir kere dinlediği şarkıya eşlik ettiğini hatırlamam. Sanki sesinden utanır gibi. Eşlikçisiz bir hayatı seçmiş gibi. Sanki utancından biraz sonra ölecek gibi, ah keşke ölse gibi.

2001 Mart Cuma. Eve yeni bir kaset gelmişti. Artık ağlayarak eşlik ettiği bir şarkısı vardı.

“ne mecnun ne kerem bir çare bulmuş, ayrılık her aşkın kaderinde var”

Babamın sesini yeniden duyduğumda evden aldığım iki üç patates ve domatesle çamurdan yaptığım çömleklerde yemekler yapıyordum. Unutmaya yüz tuttuğum o sesi duyduğum an heyecanla olduğum yerden kalktım. Odanın bahçeye bakan penceresine koştum. Penceredeki demir korkuluklara tutunarak kendimi yukarı doğru çektim. Tül perdenin izin verdiği kadarıyla babamı görmeye çalıştım. Tavana hep farklı şekillerde ulaşmayı başaran sigara dumanı ve radyoya doğru utana sıkıla söylediği şarkısı,

“sanki bir gün çıkıp gelecek misin? Sensiz ne haldeyim görecek misin?”

Elimi demir korkuluğun dar sütunlarından geçirip cama vurmaya çalıştım. Birkaç güçsüz ses çıktı. Baba buradayım, geldim ben diyecektim. Babam radyonun yuvarlak düğmesini sonuna kadar çevirdi. Tül perdedeki kabarık çiçekler her şey çok güzelmiş gibi sırayla dizilmiş bana bakıyordu.

“kadere sitemin ne faydası var?”

Tutunduğum korkulukları bıraktım. Düşerken dizimi duvarın kabarık taşları çizdi. Şortumda bir ıslaklık hissettim ayağa kalkıp yere baktım. Çamura karışmış üç beş parça patates, domates ve kırılmış bir çömlek. Evden yeni bir şarkı yükselirken ben çamura karışmış tencerem ve yemeğime ağlıyordum.

“sen üzülme gülüm incinme canımın içi güzelim sakın küsme”

 

Babam yıllarca evin içinde gözleri yalnızca ölmek için kırpılıyormuş gibi dolandı. Ben büyüdükçe evdeki yas havasının annemden değil her daim ölmeyi dileyen hatta artık ondan önce öldüğü için annemi hasetle anan babamdan kaynaklandığını anladım. Babaannem bile huzurla ölemeyeceğini anlayınca evden ayrılıp amcama taşındı. Bir ay sonra da babama inat gibi aralık ayında öldü.

Babaannem de ölünce babam yalnızca nefes alarak bana her gün ölümü hatırlatmaya başladı. Evin kahverengi dokusu, kadife koltukları, saçma ilaç paketleri kafamı çevirdiğim her yerde bana toprağın müthiş kokusunu anımsattı.  

Ayağımı ısıtma çabam sonuçsuz kalınca komodinin üzerindeki çorabımı almaya kalktım. Çorabımı giydikten sonra uyumamak için başka bir bahane arayan gözlerim boşalan bardağıma takıldı. Elime diğerlerinden geniş olduğu için daha fazla sevdiğim bardağımı aldım. Mutfağa giderken babamın odasına baktım, evin tek floresanlı lambayla aydınlanan odası. Çekyatın sol koluna dayanmış pencereden dışarı sigarasını üflüyordu. Yüzünü seyrettim, tam yirmi üç yıldır yaşamadığı için yaşlanmıyordu da. Neden bu kadar ölmeyi isterken ölmeyi denemediğini, neden beni takılı kalmış bir bozuk kaset hep aynı günü aynı karanlığıyla yaşamaya mahkum ettiğini yüzüne bağırmak istedim. Artık duyabildiğine dair inancımı yitirmiş olsam da. Elimde bardağımla odasına girip yüzüme bakmasını bekledim. Kafasını çevirmedi bile, sigarasını üflediği yere doğru yürüyüp dumanın tam önünde durdum.

-Baba neden ölmüyorsun? Niye benim yaşama hakkımı elimden aldığın gibi ölme hakkımı da alıyorsun? Ben niye ölemiyorum?

Bana bakıyor ama beni görmüyor gibiydi, sanki artık bedenin içine gizlediği bir ruh yoktu.

Elimdeki bardağı tutan parmaklarımı gevşettim. En sevdiğim bardağın parmaklarımın arasından aşağı doğru kayışını seyrettim. Dört parçaya bölünen bardağın sesi benim sesime eşlik etsin istedim. Kendi sesimden başka bir ses duysun bu ev istedim. Yerden bir parçayı eğilip aldım.

-Belki bu oyunu ben bozabilirim baba. Döngü kırılır, sabah ile geceyi ayırt etmek zorunda kalmazsın artık. Sana, bana hiç yapmadığın bir şey yapıp yardım edebilirim. Ben belki ilk kez yüzünde ufak bir tepkiye sebep olabilirim.

Bardak parçasını bileğime yaklaştırıp hangisinin daha soğuk olduğunu anlayamadan yukarıdan aşağıya dikine bir çizgi.

-Söylesene, şimdi hangi şarkı çalıyor baba?

“kader diyemezsin sen kendin ettin.”

©2023, Gargoyle Dergi

bottom of page